Benim Demirel’im
Peşinen söyleyeyim, hakkım sonuna kadar helaldir. Sayesinde son derece konforlu bir hayatım oldu. Nerede duracağımı seçmek gibi —insanın muvazenesini bozabilecek— bir karar problemim olmadan bütün gençliğimi ve orta yaşlılığımı geçirdim. Demirel nereyi işaret ediyorsa, karşısında kendime bir yer buldum.
Tanıdığım insanların büyük bölümü, hayatlarının şu veya bu döneminde Demirel’e yakınlık hissettiler. Kimileri 80 öncesinde, kimileri 80 sonrasında Özal’la dövüştüğü dönemlerde… O vakte kadar Demirel’e muhabbet besleyemeyenlerin büyük bölümü de, Cumhurbaşkanlığı döneminde, “İşte çağdaş Türkiye” diye kükreyerek 28 Şubat’ı inşa ederken muhabbet beslediler. Ama beni, hayatımın hiçbir döneminde şaşırtmadı. Kendisine çok şey borçluyum.
Ama…
Böyle söylerken, 80 öncesindeki politik tutumu Demirel’e karşı olmaktan ibaret olanlarla, mesela Hasan Cemalgillerle bir yakınlığım olduğu da akla gelmesin. Veya 28 Şubat’ın yıktıklarının kalıntılarından derledikleri tuğlalarla bugünkü Türkiye’yi inşa etmiş olanlarla da… Mesela bugün gazete niyetine yayınlanan şeylerden birinde Demirel’e verip veriştirmiş olan Nasuhi Güngörgillerle de bir yakınlığım olmadı çok şükür.
Dolayısıyla, öyle görünüyor ki, uzun bir metin olacak bu.
***
Önceden belirtmek gerekiyor ki, bugün başımıza gelmiş olanlarla mukayese edildiğinde, elbette çoktan razı olunacak bir adamdı, şüphem yok. Ama böyle mukayeseler son derece manasız. Çünkü —her şeyden önce— eğer Demirel olmasaydı, olduğu gibi olmasaydı, bugün olanlar olmayacaktı.
Buraya bir mim koyalım.
Erdoğan’dan bir siyasi deha olarak söz eden çok kişiyle karşılaştım. Onun tarafında olanlar kadar ona karşı olanların arasında da… Yaklaşık beş yıldır, bu iddiayla her karşılaştığımda aynı soruyu soruyorum: Erdoğan’ın karşısına, herhangi bir safhada, altmış yaşlarında bir Demirel çıksaydı ne olurdu? Erdoğan kaç hafta dayanırdı? Şimdiye kadar bu soruma iki aydan daha uzun süre cevabı veren çıkmadı.
Bugün Türkiye, tarihinde hiç olmadığı kadar vasat bir ülke ve bunun böyle olmasının başlıca sebeplerinden biri Demirel. Memlekette iyiye gitmiş ne varsa, kırk yıl boyunca memlekete vaziyet etmiş olmak sebebiyle kendisine bir hisse talep etme hakkı vardı/var. Tastamam aynı sebeplerle, memleketin bu derece vasatlaşmış olmasında mesuliyeti var. Hatta bu husustaki mesuliyeti, başka herkesinkinden çok yüksek. Çünkü memlekette vasatlaşmayı neredeyse bir siyasi proje haline getirdi. Ömrünün herhangi bir döneminde taviz vermediği biricik duruş varsa, o da vasatlaşmayı teşvikti.
Üç delikanlının asılmasına sırıtarak verdiği gönüllü destek, akranlarımın pek çoğunun, hatırladıkça hâlâ midesini bulandırıyordur. O günlerdeki tutumu sayısız biçimlerde eleştirilebilir ve eleştiriliyor da zaten… Ama ben meseleyi vasatlığa ve vasatlaşmaya bağlayayım izin verirseniz. Demirel o safhada, Menderes ve arkadaşlarının idamlarını unutmamış, bu hatıra üzerinden bir siyasi duruş geliştirmiş olan kesimlerin siyasi temsilcisiydi. Üç delikanlının asılmasını sağlayarak, kendisini destekleyen kesimlerin gazını almayı tercih etti. Yaptığı tercihin sayısız neticesi var da, vasatlaşma açısından neticeleri şunlar oldu: (a) Üç vasat genç memleketin bir kesiminin idolleri oldular, Türkiye’nin sol/sosyalist hareketi o vasat gençlerin seviyesinde dondu. (b) Demirel’in kendisini destekleyebilenlere satabileceği iki farklı şey vardı. Ya “işte intikamınızı aldık” mesajıyla bir tatmin duygusu satacaktı veya “biz intikam peşinde koşmayız” duygusu… Eğer ikinciyi satsaydı, kendisini desteklemiş olanlara bir kalite eklemiş olacaktı. O, bahse konu olan kesimlerin vahşi bir intikam duygusuyla tatmin olan ilkel ve vasat kesimler olarak kalmasını tercih etti.
Bir ara not: Benim siyasete bakış açımın böyle bir şey olduğunu hep söylüyorum. Toplum kesimleri kendilerini temsil edecek olanları içlerinden çıkarır. Onlar da kendilerini çıkarmış olan kesimleri dönüştürürler. Demirel, kendisini destekleyen kesimleri daha vasıflı olacak şekilde dönüştürme fırsatlarının hiçbirini değerlendirmedi. Eğer o kesimlerin kalitesi yükselseydi Demirel kaybetmeyecek, aksine kazanacaktı. Ama mesele şu ki, dünyayı ve siyaseti böyle görmüyordu.
Kendisi vasıfsız bir adam değildi. Az önce işaret ettiğim gibi, mesela şimdi dünya lideri diye pazarlanan Erdoğan’la birebir kalsaydı, bence bir hafta içinde onu un ufak eder, insan içine çıkamaz hale getirirdi. Mesela Al Ries ve Jack Trout 1981 yılında Positioning adlı kitaplarıyla popülerleştirmeden çok önce kavramı kullanarak, rakiplerini —ve elbette kendisini— konumlandırma konusunda müthiş bir performans sergilemişti. Böyle vasıfları vardı. Ama memleketin vasıfsız insanların bir kalabalığı olarak kalmasını tercih ve teşvik etti.
Bu hususta son bir not: Demirel iktidara geldiğinde, Türkiye’nin köylü nüfusu kabaca yüzde elli beş civarındaydı. Japonya’da da yüzde elli civarında… Demirel Köşk’e çıktığında, yani aktif siyaset hayatına nokta koyduğunda, Türkiye’de köylü nüfus yüzde ellinin az altına düşmüştü. Japonya’da ise çoktan yüzde onun altına inmişti. Şimdi —o günleri yaşayanlara bile— inanılmaz gelecektir ama, 1960’ların ilk yarısındaki Japonya ile Türkiye arasında lig farkı yoktu. Evet, klasmanda farklı yerlerdeydiler ama aynı ligde… Japonya ile Türkiye arasındaki fark, Demirelli yıllarda birikti. Çünkü —başka birçok şeyle birlikte ve fakat her şeyden önce— Japonlar vasıflı insanlarını teşvik edip, yığınlarına vasıf kazandırmaya öncelik verirken, Demirel köylülüğü teşvik edip, vasatlığa prim verdi.
***
Bugünkü Cumhuriyet’te Nilgün Cerrahoğlu hatırlatıyor: Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı programında, Cumhurbaşkanı Demirel’e öğrencilerden biri sormuş: Yıllardır Türk siyasetinde “rodeo” yapıyorsunuz. Usta bir rodeocusunuz. Ama önemli olan rodeo yapmak değil, atı dörtnala sürüp doğru yere götürebilmektir…
Demirel gerçekten usta bir rodeocuydu. Siyaset de zaten öyle atı dörtnala sürmek, doğru yere götürmek filan değil. Hatırlatayım, siyaset kelimesi seyislikten türemiş bir kelime. Kendi huyu olan bir hayvanın enerjisinden fayda üretebilmek… Demirel’e güya soru yönelten delikanlının —ve bu hatırayı Demirel’i eleştirmek kastıyla hatırlatan Cerrahoğlu’nun ve bu hatırada aradıklarını bulan milyonlarca güya aydının— anladığı şey bir at değil, bir otomobil. Ve Türkiye’nin genelinde siyaset algısı da zaten, soruyu soran öğrencinin bilinçaltında saklı. O, dünyayı otomobillerden ibaret olarak görüyor. Zannediyor ki, mesela Japonya’da nereye gidileceği önceden belirlenmiş, sonra gaza basılıp… Filan.
Memlekette siyasetin bu biçimde algılanmasının mesuliyetinde Demirel’in hissesi yok. Bu, büyük ölçüde, Demirel’e karşıtlık cephesinde birleşmiş Aydınlanmacıların dünya tasavvurunun bir bileşeni. Onu kurumsallaştıran da Evren ve şürekâsı oldu.
Ama…
Demirel yasakları kalktıktan sonra, bu şartları değiştirebilecek imkânlar buldu. Hiçbirini değerlendirmedi. Kendisinin daha avantajlı olacağı düzenlemeleri yapabilir, siyaseti düzenleyen mevzuatı değiştirebilirdi. Niyet bile etmedi. Cumhurbaşkanı olduktan sonra, kerhen, siyaset düzenine itirazlarını dile getirdi. Ama o safhada da yapabileceklerini yapmadı. Memleketin siyaset düzeninin rodeodan otomobil yarışına dönmüş olmasına itirazı olmadı.
***
Bugün, Demirel’i yeterince demokrat bulmadığı için eleştirmiş olduğunu yazan bir yığın şahıs var. Kendileri çok demokratmışlar da, Demirel onların demokratlığına yetişememiş. Filan…
Uzun lafa lüzum yok. Bahse konu olan zevatın herhangi bir dönemde demokratlıkla filan alakaları yoktu, şimdi de yok. Kendileri gibi olmayan, kendileri gibi düşünmeyen, kendileri gibi yaşamayan kimsenin sistemde hisse sahibi olmasına rızaları yoktu. Atın üzerine binecek, dörtnala, dosdoğru, doğru yere götüreceklerdi. Doğru yerin neresi olduğunun bilinebilir olduğundan şüpheleri yoktu ne kelime, doğru yerin neresi olduğunu kendilerinin bildiğinden de şüpheleri yoktu. Hâlâ yok.
Demokrasi, daha önce defalarca ve çeşitli biçimlerde söyledim, bence, zaten doğru yerin neresi olduğunun bilinemiyor olması yüzünden makbul bir rejim. Doğru yerin neresi olduğu biliniyorsa seçime filan ne lüzum var? Bizi oraya en kısa sürede götürecek bir proje yarışması açarız. Hatta lazımsa uluslararası bir yarışma olur bu. Gelir, tatbik ederler. Biz de hop… (Akşam’da yazarken yazmıştım, bizde yaygın olan kafaya göre, seçim değil bir Mebus Seçme Sınavı lazım.)
Demirel demokrattı. Kendisini demokrat bulmayan insanların demokrasi anlayışlarının sakatlığını filan problem etmedi, onların da toplumda kendi hisselerine sahip olmalarına mani olmaya kalkmadı. Sadece bir kesimin temsilcisi olduğunun —ve demokraside zaten ancak öyle olunabileceğinin— farkındaydı. Siyasetin bir oyun (game) olduğunu hiç unutmadı. “Top benim” diye tutturmadı. Mütemadiyen Ecevit’e yüklendi ama sağda solda, “ya bu siyaset de dünyanın tadını kaçırıyor” itirazları yaygınlaşmaya başladı mıydı, anında hedefe onları yerleştirirdi. Filmin afişinde yer kavgası yapabilirdi ama film hakkında tereddütler oluşmasının, oyundaki herkes gibi —hatta herkesten çok— kendisine zarar vereceğini biliyordu. Hep kurallara göre oynadı. Demokrasinin bir kurallar rejimi olduğunun farkındaydı.
Mesele şu ki, ortada kendisi kadar başarılı bir rodeocu yoktu. Ortada onun kadar demokrat başka oyuncular da yoktu. Ortada oyunun bir rodeo olması gerektiğini idrak etmiş kimse yoktu. Olsa olsa oyunun bir rodeo olmasına katlananlar vardı… Erbakan filan gibi… Demirel onların kafa yapılarıyla filan mücadele etmedi. Kendileriyle mücadele etti. Türkiye Demirelli yıllarda demokrasinin ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu, nasıl bir şey olması gerektiğini öğrenebilirdi. Ama Demirel’in hiçbir vakit böyle öncelikleri olmadı.
Demirel konusundaki en özet yorumlardan birini Amerikalı bir diplomat yapmış: Özal iktidarı bir şeyler yapmak için ister, Demirel ise kendisi için. Amerikan dışişlerine hiç saygım yok, Akşam’da yazarken de yazmıştım. Dolayısıyla böyle veciz bir tespitin Amerikalı bir diplomattan çıkması beni şaşırttı. Ama kendi hesabıma, tam da böyle düşünüyorum. Demirel demokrattı ama Türkiye’de demokrasinin kurumsallaşması filan gibi problemleri hiç olmadı. Daha doğrusu seçim kazanmaktan gayrı, memleketin ahvaline dair herhangi bir problemi olduğunu ileri sürmek müşkül.
Türkiye, Demirelli dönemde, Avusturya’ya, Macaristan’a filan yenilip duruyordu. Almanya, İngiltere, İtalya filanları saymıyorum bile… Normaldi. Demirel döneminde Türkiye’nin her türlü mağlubiyeti normaldi zaten. Şu kadar küsur milyonluk ülkeden Avusturya’ya meydan okuyacak on bir futbolcu çıkmaması da normaldi. Memleketin gündemini en çok işgal eden konu futbol olduğu halde, futbol Türkiye’de, herhangi bir Avrupa ülkesinde olduğundan çok daha merkezi bir ilgiye mazhar olduğu halde… Neyse… Türkiye Bulgaristan’a, Romanya’ya karşı koyamaz oldu. Normalleşti. Türkiye Malta’ya yenilmeye başladı. Normalleşti.
Demirel Türkiye’si, en başta işaret ettiğim gibi, vasatlığın, vasıfsızlığın, iddiasızlığın ülkesiydi. Bu halde olmasında, elbette, okullarından birinden bir diploma alınca siyasetin ne olduğunu da bilivermiş olduğunu zannetmeye başlayarak, kendisine herhangi bir vasıf ekleme ihtiyacı hissetmeyen Aydınlanmacıların da ciddi hissesi vardı. Ama büyük hisse, bütün bunları mesele yapmayan Demirel’de olmalı diye düşünüyorum. Eğer memleket o halden çıksa, bunu Demirel’in hanesine yazacaktım çünkü.
(Bu arada… İçinde yetiştiğim Türkiye’nin, Demirel Türkiye’sinin vasıfsızlığından söz edip duruyorum. “Ben ne kadar vasıflıydım, onlar vasıfsızdı” gibi bir iddiam yok. Vasıfsızım ve bunu da Demirel’e fatura ediyorum. Başka bir ülkede yetişseydim, şimdi olduğumdan çok daha vasıflı biri olacaktım. Ama Demirel’in Türkiye’sinde bunun için uğraşmaya lüzum yoktu. Elbette Demirel’e rağmen uğraşmam lazımdı. O da benim suçum.)
***
Son olarak: Çalıştığım şirket, ağırlıklı olarak, yasakları kaldırıldıktan sonra Demirel için çalışıyordu. Ben de DYP için araştırmalar yaptım, analizler ürettim, raporlar hazırladım. Ama Demirel’le şahsi bir temasım olmadı. Ta ki Demirel köşke çıkana kadar. Demirel köşke çıktıktan sonra, dönem dönem çok sıklaşan görüşmelerimiz oldu. Güya biz memleket hakkındaki tahlillerimizi kendisine aktarmak için çıkıyorduk ama birkaç dakika biz konuştuktan sonra sazı alır, bize propaganda yapardı. Anlamıştım ki, etrafa vaziyet etmeyi özlüyor, bizi de bu hasreti dindirmek için kullanıyor.
Bu tür görüşmelerde şunu da fark etmiştim. Memleketin ne halde olduğu, ne olabileceği filan pek umurunda değildi. Çiller, Erbakan filan mevzi kazanıyor mu, derdi böyle şeylerdi. Yıllarca bütün radarlarını Özal’a kilitlemiş adam için yeni hedefler bunlardı —ve hakkını yemeyeyim, “bunlara mı kaldık” edasında değildi, hayat ona kimi yem olarak verirse razı görünüyordu.
Bu görüşmelerin birinde, bir biçimde laf geldi, Özal’dan söz ettim. Demirel oturduğu koltukta kıvranmaya başladı. Ne olduğunu anlamamıştım. Sonra bir biçimde lafı getirdi ve “bizim müsteşar” dedi, rahatladı. Sonra, edasına her kızdığımda, bu oyunu zevkle oynadım.
Hayatım boyunca kendisine karşı oldum. 2002’den sonra hissettiğim şuydu: Ondan intikam almaya filan kalkmaya lüzum yok. Çünkü hayat ona, ona verilebilecek en ağır cezayı vermişti. Memlekette Erdoğan gibi biri esip gürlüyordu. Sahaya inebilse bir haftada işini görebileceği adamın peygamber niyetine pazarlanışını seyretmek zorunda kalmıştı. İçi içini yemiş durmuştur 13 yıldır. Ne diyeyim… Geçmiş olsun. Bu kadar ceza da kâfiydi yani…
***
Demirel büyük bir rodeo ustasıydı. O hep atın üzerinde kaldı. Ama at o üzerindeyken sık sık düştü.