Beş Roman
Hürriyet Pazar, en iyi yüz Türk romanını seçtirmiş. Arkasından birçok şahsi tercih listesi yayınlandı —bazılarına denk geldim.
Zor iş.
Edebiyat uzmanı filan değilim ama iyi bir okur idim —yani en azından bir dönem öyleydim diye düşünüyorum. Benim bakış açıma göre yüz Türk romanı bulmak bile müşkül iş. Memleketimde, iç kapağında roman yazan ama aslında memleket insanını ideolojik olarak biçimlendirmek veya özellikle tarih konusunda ders kitaplarının öğretemediklerini öğretmek dışında bir amacı olmayan çok şey yayınlandı.
Mesela Kemal Tahir’in roman formuna sokmaya çalıştığı tarih dersleri…
Kemal Tahir’e çok şey borçluyum. Marksist analistlerin tarihi deli gömleğine soktuğu dönemde, Türkiye’nin uzak ve yakın tarihine Marksist bir tarih anlayışıyla bakmayı denediği romanlarından (!) çok şey öğrendim. Sadece tarihi değil, Marksist tarih anlayışını da… Dolayısıyla Kemal Tahir’e ve yazdıklarına bir itirazım yok. Onları okumak için ayırdığım zaman da, kendi hesabıma çok verimli bir yatırımdı. Öte yandan, Göl İnsanları mesela, Kemal Tahir’in bir edebiyatçı olarak hafife alınamayacak biri olduğunun da delili bana kalırsa. Ama işte hikâye onlar ve zaten memlekette roman ve romancı kıtlığı varsa da, hikâye ve hikâyeci kıtlığı hiç olmadı. Yakın tarihe kadar, diyelim. Yoksa —gördüğüm kadarıyla— tarih boyunca kıtlığı çekilmeyen şiir ve şair kıtlığı ile birlikte hikâye ve hikâyeci kıtlığı da başladı.
***
Neyse, gelelim benim listeme…
Bence birinci sırada, Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü geliyor. Zaten hemen her listede ilk üçte yer alıyor. Benim açımdan diğerlerinin önüne geçmesinin sebebi ise… Her ne kadar son derece mahalli görünse de, bence son derece evrensel bir probleme, son derece evrensel bir yaklaşımla yaklaşılmış olması. (Şuna da işaret edeyim, Tanpınar galiba aslında evrensel olan bir sosyal örgütlenme problemini Türkiye’ye has bir şey olarak görüp, eğlenmiş.)
İkinci sıraya, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünü koyabilirim. Onu daha alt sıralara indirmeye içimin elvermemesi, son derece şahsi bir sebeple. Dört aylık erlik sonrası hayata entegre olmamı hızlandırdığından… Ama ilaveten bir husus daha var: Bence Sevgili Arsız Ölüm sadece son derece iyi bir Türk romanı değil, dünya genelinde bir kadın tarafından yazılmış birkaç iyi romandan biri. Roman türünün, tıpkı satranç veya matematik gibi, erkek işi olduğunu düşünüyorum. Neden öyle olduklarını bilmiyorum ama kadınların roman niyetine yazdıkları şeyler fazla şematik ve karikatürize oluyorlar.
Üçüncü sıraya, aslında daha yukarıya koyamadığım için üzüldüğüm Nahid Sırrı Örik’in Abdülhamid Düşerken’ini koyayım. Bence filmi de —teknik yetersizliklerini bir yana koyarsak— son derece iyiydi ve neden yeterince sempati görmedi, hiç anlamıyorum. Benim listemdeki bütün romanlar, gördüğüm listelerde de ilk on içindeler ama Abdülhamid Düşerken yok. Bence son derece tuhaf, çünkü sahiden de uluslararası standartta bir roman. İnsanlık tarihinde ender rastlanan bir sosyopolitik kırılma dönemine projektör tutmaya teşebbüs cüreti bir yana, iktidar ilişkileri, kadın-erkek ilişkileri gibi evrensel çelişkileri da olağanüstü sosyopolitik kırılma fonuna başarıyla yedirmiş bir roman. Üstelik bu işi, sahiden de roman kalarak yapabilmiş. Türkiye’de pek makbul bulunmaması, belki de, yazarın bariz bir biçimde taraf tutmaması ve okuru öğrenci yerine koymaması yüzündendir, ne bileyim!
Dördüncü sırada Vedat Türkali’nin Bir Gün Tek Başına’sı var. İçinde yaşadığımız bir dönemi, daha o dönem tam anlamıyla tamamlanmamışken romanlaştırmıştı. Bir roman için son derece riskli bir iş. Bence müthiş bir performansla altından kalkmıştı Türkali o işin.
Ve nihayet, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı. Onun hakkında konuşmayayım, ne desem yanlış anlaşılacak.