Bir Afgan Mülteci Uğruna, Ne İsveç’ler Batıyor
Aydınlanma aklını teşhis ve ihbar etme hususundaki ilk vaka analizimiz, dünkü İsveçli aktivist kız olsun.
Duymuşsunuzdur muhtemelen, Göteborg-İstanbul seferini yapacak THY uçağına, sınır dışı edilen bir Afgan mülteci bindirilmiş. Bunu haber alan bir genç kız, uçağa bilet almış ve binmiş. Ama yerine oturmamış. Sivil havacılık kuralları icabı, bütün yolcular yerlerine oturmadan uçak kalkamıyormuş. Kız uçağın içinden, telefonuyla yayın yapmaya başlamış. Uçak içinde tartışmalar, itiraz edenler, alkışlayanlar, kızın gözyaşları filan derken… Afgan mülteci indirilmiş, kız da inmiş ve uçak kalkmış.
Bu vesileyle öğrendik ki, galiba bu yıl İsveç’te seçim varmış ve mülteci karşıtlığı yapan bir parti, ciddi ölçüde destek biriktirmiş.
Vaka hakkında yığınla laf edildi. Onların arka planını analiz edeceğim. Ama bir kontrast oluştursun diye, önce videoyu izlerken kendi aklıma düşenleri, aklıma düşüş sırasıyla yazayım.
Önce… Genç kızın, mesela yirmi yıl sonra bu videoyu izlerken —veya çocukları izlerken— ne hissedeceğini düşündüm. Biz sokaklarda “direnirken”, yapıp ettiklerimizi kaydetme imkânı yoktu. Şimdi var. Hatta —belki de— kaydetmeme, kayıtları yok etme imkânı yok. Gençken yapıp ettiklerimiz şimdi önümüze konsa… Hayat nasıl bir şey olurdu?
Sonra… Kızın yaptığı işin İsveç’te ne tür zeminlerde tartışılmış olabileceğini merak ettim. Mülteci karşıtı partiye destek verenler bu eylemi nasıl değerlendirdiler? Arada kalmış seçmenler nasıl değerlendirdiler? Muhtemelen kimse genç kıza “vatan haini” filan diye taarruz etmeye teşebbüs etmemiştir diye düşündüm. Sonra da, bu hususta zerre kadar malumatım olmadan, “olsa olsa” diye bir yargıya vardığım için kendime kızdım.
Daha sonra… Aynı THY kabin görevlileri, aynı vaka İstanbul’da meydana gelse nasıl davranırlardı diye merak ettim. İstanbul’da Boğaziçi öğrencisi bir genç kız, benzer bir motivasyonla benzer bir eylem geliştirse… Nelerle karşılaşırdı? Uçaktan nasıl indirilirdi? Uçaktan indirildikten sonra başına neler gelirdi? Neler getirilirdi? Devlet neler getirirdi, Sedat Peker neler derdi, sosyal medyada neler denirdi? Bunları böyle soruyorum, tecahülü arifane babından değil, sahiden cehalet içinde… Bilemedim yani. Bilebilseydik, elimizde bir mukayese olsaydı… İyi olurdu.
***
Aynı kabin görevlileri, aynı şey İstanbul’da olsa… Göteborg’da davrandıkları gibi davranmayabilirlerdi. Bir ihtimal olarak aklıma bu düştüyse… Demek ki… Onların bir “öz”ü olmadığına, farklı ortamlarda farklı davranabileceklerine, en azından ihtimal veriyorum demektir. Ve zaten, eğer videoyu izlemeden hemen önce, mesela kızımla ilgili endişelenmemi gerektirecek bir şeyler olmuş olsaydı, veya mesela CHP’de bir şeyler yapılmasının hâlâ mümkün olduğu gibi varsayımım olsaydı… Muhtemelen tam da yukarıdaki şeyler gelmeyecekti aklıma. Yani benim de bir “öz”üm yok. Varsa, olsa olsa, “Aydınlanmacı olmama” gibi özüm var ama o da öz sayılmaz. Çünkü bambaşka ruh hallerinde, aynı olaya, bambaşka reaksiyonlar geliştirebilecek biriyim. Herkes gibi…
Yani?
Her kimsem, onun deterministik, öngörülebilir çıktıları yok. Bu demek değil ki “ne olsa gider.” Benden zuhur edemeyecek reaksiyonlar herhalde vardır ama zuhur edecek olan “sadece” benden kaynaklanmıyor, içinde bulunduğum ortamdan, o anda kimlerle, nasıl bir etkileşim içinde olduğumdan, bir yığın faktörden etkileniyor. Bir makine değilim yani, aynı girdileri, ne vakit ve hangi şartlarda olursa olsun aynı çıktılara dönüştürüyor değilim.
Ama…
(Devam etmeden, bir tespiti şuraya iliştireyim. Videoyu izlerken benim aklıma düşenler “doğru” diyor değilim —zaten onların bile değişken olduğunu söyledim. Başkalarının aklına da bambaşka şeyler düşmüş olabilir. Ancak o “başkalarının” arasında Aydınlanmacı olmayanların, anlaşıldığı kadarıyla, klavyeleri yok.)
Genç kızın videosunun nete düşmesini müteakip başlayan tartışmaların Türkçe olanlarında (diğer dillerde neler olduğunu izlemedim, bilmediğim için bunu vurguluyorum), belirgin bir özcülük vardı. İsveç denen şeyin bir özü var —medeniyet. Afgan özelinde “bütün” Ortadoğuluların özleri ise medeniyetsizlik. Anlaşılan o ki, tartışmaya “katkı veren (!)” nadide evlatlarımızın önemli bir bölümü, medeniyetsiz Ortadoğu’dan medeni İsveç’e göçmüş, “öz değiştirmişler”. Yani? Anlaşılan o ki öz değiştirilebilir ama “özler” değişmez. Siz bir fert olarak bir özden bir başkasına transfer olabilirsiniz ama İsveçlilik ve Ortadoğululuk özleri baki. Zaten mesele de Ortadoğuluların İsveç’e göçtükleri halde asimile olmamakta —özlerini değiştirmemelerinde, özlerini değiştirmeyecek oldukları halde İsveç’e “gelmelerinde”— ısrarları yüzünden çıkıyor.
Aha işte Aydınlanma aklı…
Yine İsveç’te yaşadığını tahmin edebileceğimiz biri, “kevaşe” dediği İsveçli kızı Malmö’nün arka sokaklarına davet ediyordu mesela. İnsanların cinsel organlarının isimlerini noktalama işaretleri yerine istihdam eden “medeni” zatımız, anlaşılan o ki, bahsettiği mekânları bizden iyi biliyor. Genç kız oralara gitse, tecavüze uğrayacak. Bu kadar iyi biliyor olması, herhalde, tecavüz edecek birine ihtiyaç duyduğunda —veya belki de tecavüze uğramayı istediğinde— nereye gitmesi gerektiğini bilmesinden kaynaklanıyor.
Malum zevata, İsveçli kız, bariz biçimde “cahil” olarak görünüyor. Kız İsveçli ama İsveç’in “aslında” nasıl bir yer olduğunu da, nasıl bir yer olması gerektiğini de, öyle bir yer olması için ne yapılması lazım geldiğini de, İsveç’e Türkiye’den gitmiş “bizim çocuklar” kadar bilmiyor.
İsveç nasıl bir yer? Medeni. Nasıl bir yer olmalı? Medeni kalmalı? Ne yapmalı? Mültecileri, İsveçli olamayan, olamayacağı tescil edilmiş olan mültecileri sınır dışı etmeli. İsveç’i özüne döndürmek, bunun için de sterilize etmek, “yabancı katkı maddelerinden arındırmak” gerekiyor.
E kız İsveçli ama…
İsveçli ama cahil, Malmö’nün arka sokaklarına bir gitse… Yok, olmadı. Zamanla uyanacak zavallı romantik cahil. Dünyanın şifresini çözecek, öğrenecek. Bizimkiler biliyor. Bizimkiler tecavüz suçları ile mülteci nüfus arasındaki korelasyonu biliyor. Nedensellik ilişkisi kurmayı da… Ve görünüyor işte… İsveç “bozuluyor”. Zaten öylesi beklenmeli değil miydi? Tıkır tıkır işleyen makinenin dişlilerinin arasına… Saflığı bozacak unsurlar girince… Ne olacağı belli. Öngörülemeyecek bir şey yok.
O öngörülebilir felaketi önlemenin yolu? Oturursun klavyenin başına, aktivist kıza haddini bildirir, “ne yapması gerektiğini” söylersin. Öğrenirse ne âlâ… Öğrenemezse, medeniyetin kalesi düşecek. Bütün mesele bilmekle alakalı… Biliyorsan, herkesin vazifesini dağıtırsın. Herkes vazifesini senin verdiğin biçimde yapsa, İsveç cennet kalacak. Hayat bayram olacak. Bilmek kâfi. Herkes bilse, zaten mesele kalmayacak. Şu zavallı “kevaşe” de öğrenecek, bizimkilerin idrakine ulaşacak da… O arada İsveç de elden gidecek işte…
Hayır, İsveç’in kendi kendine, bizimkiler oraya göçmeden, içinde şu cahil İsveçli aktivist gibileri üretip durduğu halde, nasıl olup da İsveç olduğu, medeniyetin kalesi olduğu… Meçhul. Olmuş bir biçimde… Öz meselesi. Özü öyleymiş. Ama şimdi? O öz bozuluyor ve bizimkilerin bilgisine ihtiyaç var.
Bir fotoğraf görüyor Aydınlanmacı. Zaman yok. Zaman, olsa olsa, fotoğrafın eskimesi gibi bir etki yapan, “bozucu” bir faktör.
(Bu arada, zaman zaten netameli bir şey. Aydınlanma aklına değilse de onun hayallerine, muhtemelen hiç istemeden en büyük darbeyi vurmuş olan Gödel mesela, Einstein’a 75. Yaş günü olarak hazırlanan kitaba yaptığı katkıda, zamanın olmadığını “ispatlamıştı”. Öyle çalışır Aydınlanma aklı. Makine gibi bir dünya var. Makinenin ozalitini masanın üzerine yayar, “şuradan şu girerse, şurada şu işlemden geçip, şöyle yol alıp, şuradan…” filan diye akıl yürütür. Öyle, öngördüğü gibi gerçekleşmez şeyler. Ya üst akıl, ya kapitalizm veya… Bir şeyler işte… Ozalitlere bakınca zaman diye bir şey görünüyor mu? Görünmüyorsa… Yoktur. E, ama var gibi, hissediyoruz. Öyle, “hissetmekle” olmaz. Ozalitlerde yoksa, yoktur. Nokta.)
Fotoğrafa, yani enstantaneye bakar Aydınlanmacı, çünkü zaten dünya bir fotoğraftır. Akmış, akmış, nihayet kendisi gibi nadide bir eseri meydana getirmiş ve… Durmuştur. Gördüğünüz bütün hareketler, dalgalanmadan ibarettir. Şu aktivist kız mesela… Salak. Onca işi işledi de ne oldu? Afgan mülteciyi bir sonraki uçakla yollamayacak mı İsveç hükümeti? Ta kendi ceza sahandan koştun geldin, o kapı gibi defans oyuncularının arasından ite kaka yükseldin, topa kafayı vurdun da ne oldu? Gol oldu mu? Yok. Zaten öyle olursa olur mu? İsveç denen “medeni” ülkenin kanunları var, nizamı var. Afgan’ı sınır dışı etmeye karar vermişler. Bir tek kişi itiraz etti diye… Makine aksarsa olur mu?
Kız meseleyi, “bir insanı ölüme göndermemeliyiz” diye koyuyor ortaya. Bizimkiler medeniyet, kanun, nizam, tecavüz oranları filan tartışıyor. Makineyi… Sanki bir makine var, çalışması gerekiyor ve sanki o makine ebediyetten beri varmış, şimdi olduğu gibi varmış —veya şimdi olduğu gibi olsun diye geliştirilmiş, artık geliştirilmesi gerekmeyecek şekilde rafine edilmiş— ve insanın, o makinenin ozalitlerinde görünmeyen insanın hiç ehemmiyeti yok.
Aha işte Aydınlanma aklı…
Birileri, diğerlerinin “görmediği” cinliği görmüş ama… İsveç dediğin, ötekilerin zannettiği gibi bir öze sahip değilmiş. “Özü yok” zannetmeyin ama, “başka” bir özü varmış. Bir yandan mültecileri ölüme gönderirken, bir yandan da bu kız gibileri çıkarıp… Anladınız siz onu. Özü ikiyüzlü bu İsveç dediğiniz şeyin. Hâlbuki? Tutarlı olmalı. Değil. O halde… Ölsün İsveç. İçinde çelişkiler barındıran her şeyle birlikte. Her yanından türlü çeşitli çelişkiler fışkıran bu âlem… Ölsün. Yok olsun. Yaşanmaya değer bir dünya mı bu? Böyle mi olmalıydı? Ve saire…
Tutarlılık, sen ne güzel şeysin! Senin uğruna bir Afgan mülteci, hatta hepsi, hatta bütün Ortadoğulular, İsveçliler, hatta bütün insanlık feda olsun. Sen baki kal, kâfidir. Senin güzelliğin karşısında büyülenen ben bile kurban olayım sana…
***
Uzatmayayım, başka vakalar üzerinde de benzer bir “analiz” yapmaya çalışacağım.
Neticede, herhangi bir vakada, daha önce listelediğim “her şeyi” görünür kılamayabilirim. Aklıma gelen var, gelmeyen var. Dahası, zaten herhangi bir Aydınlanmacı, her vakada, her unsuru istihdam ediyor da değil. Edemez zaten. Lazım geldiği kadarını alır, tıkanırsa tıkanıklığı da bir şeyleri feda ederek aşar. “Saf, katıksız bir Aydınlanmacı” da yok yani… Haddimi aşarak, bu işi “eğlenceli” bulabilecek olanlara bir tavsiyede bulunabilirim ama. Her vakada, dönüp o Aydınlanma Aklı robot çizimi dediğim listeye bakıp, kendileri de yeni keşifler yapabilir.
Ve son bir not. Aydınlanma ile bir alıp veremediğim yok. Aydınlanma, insanlığın bir safhasında, kendi yatağını açmak için “geliştirdiği” bir şey. Geliştirenlerin ayırıcı vasıflarından biri insana duydukları güven ve sevgi idi. Netice itibariyle Aydınlanma dediğimiz şey, Hümanizma dediğimiz şeyin tetiklediği sayısız şeyden biri. Aydınlanmacılar, kendi akıllarını, İsveç’in düzeni uğruna bir Afgan mültecinin ölüme gönderilmesini meşrulaştıracak biçimde kullanamazlardı.
Aydınlanma ile bir alıp veremediğim yok. Zamanından ve bağlamından koparılmış, bir ezber halini almış, “kendisi için” olmaktan başka bir dayanağı olmayan bir tuhaf dünya kavrayışından söz ediyorum Aydınlanma aklı derken. Evet, Aydınlanma ile akraba… Onun çocuğu —veya daha doğrusu torunu… Ama steril, kısır bir torunu. Doğuramayacak olan bir torunu. Ölecek, ölemiyor ve başımıza dert olmuş. Dedesinin hatırına kendisine katlanmamız şart değil yani…