Bir Film, İki Versiyon
Küçücük bir çocukken İstanbul’a Üniversite okumaya gelmiş, besbelli başı dönmüş, kendisi gibi başı dönenleri bulmuş, kendi tenhalarına kendisini hapsetmiş, kendisi gibi olmayan herkese önce şüpheyle sonra da düşman gözüyle bakmayı öğrenmiş bir Kahraman, hâlâ o yaşlarda kalmış olduğunu ispat etmekten başka hiçbir mana taşımayan incileri döktürdü ya, İnternet’te 1960’lardaki Afganistan’ı, İran’ı, Cezayir’i bugünküler ile kıyaslayan fotoğraflar dolaşıyor. 1960’lara dair olan fotoğraflarda, genç kızlar, genellikle mikroskop başında, âlemin sırrını çözme şevkiyle kendilerinden geçmiş haldeler. Bugünlere dair olanlarda ise çarşaf içinde olduklarından genç mi yaşlı mı oldukları belirsiz kadınlar…
Yalanlar, yalanlar, yani…
Bir defa Kahraman mesela, kendisine karşı olduğunu, kendisine engel olduğunu düşündüğü —düşünmemizi istediği— Cumhuriyetin üniversitelerinde, hiçbir engelle karşılaşmadan okudu. O üniversiteler, evet, “her kesime tastamam aynı oranda açıktı, tamamen yansızdı” demek müşkül. Ama muhtemelen dünyanın hiçbir yerinde, Cumhuriyet üniversiteleri kadar herkese açık, onlar kadar yansız olanı da yoktu. Hâlâ yok.
Ama öte yandan, ne Kahraman ve ne de akranı kızlar, laboratuvarlarda mikroskoplar filan bulamadılar. Ne buldular? Laikliğin genç insanlara dinin safsataları yerine bilimi sunduğu hikâyelerini, fotoğraflarını buldular. Cumhuriyet kıt kanaat kurduğu eğitim kurumlarını, olabildiği ölçüde bütün vatandaşlarına açtı. Ama o kurumlarda doğru dürüst eğitim filan vermedi, sadece endoktrinasyon servis etti. Cumhuriyetin ne kadar müthiş bir şey olduğu, karşısına, Cumhuriyet olmasaydı okullarda falaka eşliğinde, öğrenilmesi müşkül bir alfabeyle, durmadan manasız şeyler ezberletilecekti olduğu hikâyesi yerleştirilerek anlatıldı durdu.
1960’lar ile bugünleri mukayese eden fotoğrafları paylaşanlar sahiden de mikroskop başında âlemin sırrını çözme fırsatını bulabilmiş olsalardı, o fırsatı değerlendirip âlemin sırrını çözmenin büyüleyiciliğini hissetmiş olsalardı, şimdi paylaşacak fotoğraftan fazlasına sahip olacaklar idi. Afganistan’ın, İran’ın, Cezayir’in ve elbette en çok da bizim, insan içine çıkaracak insan kaynaklarımız olacaktı yani. Ama yok.
Ne var?
Fotoğraflar var. Âlemin sırrını çözmenin büyüleyiciliğini hissetme fırsatını ele geçirmişse de ıskalamış, onun yerine laiklik lafını sopa gibi kullanıp memleketin içinde kendisine izafi olarak az daha imtiyazlı bir pozisyon elde etmekten fazlasını talep etmek aklına bile gelmemiş bir kuru kalabalık… Düzenli bir gelir ve şehre kendilerinden sonra gelenleri aşağılama imtiyazı dışında hiçbir şey karşısında büyülenemeyen bir kalabalık…
Ankara’da sık sık gittiğim bir kafede, her gün onlarca kadınla karşılaşıyorum. Görünümlerinden kolayca anlaşılıyor ki, vakitlerinin en az yarısı güzellik salonlarında veya ayna karşısında geçiyor. Kozmetik sanayii onların sayesinde çarkları döndürüyor ve hiçbir fayda sağlanmadan da iktisadi olunabileceğini ispatlıyor bir nevi. Sohbetleri, damat adaylarının burçları filan mertebesinde dönüyor. Ve bu kadınlar, hayatlarında bir tek mikroskop görmemiş, görse burun kıvıracak kadınlar, arada bir ciddi mevzulara girmek zorunda kaldıklarında, mikroskop başındaki kızlarla çarşaflı kadınları yan yana gösteren fotoğrafları paylaşıyorlar.
Türkiye’nin bugün yaşadığı sıkıntıların neredeyse tamamı, Cumhuriyetin çocuklarına sadece mikroskop başındaki gençlerin fotoğrafını servis etmekle yetinmesi yüzünden geldi.
***
Küçük yaşta bilim insanı olsun diye devşirilmiş olanlardanım. Bilim, bence, insan faaliyetlerinin arasında en büyüleyici olanı. Ama bilim fetişizmi filan yapmaya da karşıyım. Eğitim denen süreç hakkında dile getirilenlerin neredeyse tamamının manasız olduğunu, hem eğitim görerek ve hem de eğitim vererek yaşadım.
Mesele, neticede bir insan yetiştirme meselesi. Ama dünyadaki diğer pek çok şey gibi insan yetiştirme meselesi de, o meseleyi çözmek için geliştirilmiş fabrikalar vasıtasıyla çözülemez. İnsan yetiştirme işi, başka şeylerin yan ürünüdür ve ancak yan ürünü olarak zuhur edebileceği süreçler varsa gerçekleşir.
Mesela şehirler varsa… Kahraman ve benzerleri, meselenin insan yetiştirme meselesi olduğunu, şehre gelince öğrendiler. İnsan yetiştirme işinin, doğrudan insan yetiştirme amaçlı fabrikalarda, okullarda, yurtlarda, talebe cemiyetlerinde, cemiyetler federasyonlarında mümkün olduğu fikrini şehirde satın aldılar. Fantezilerini şehirde kurdular. Her ne oldularsa, şehir sayesinde oldular. Köylerinde kalsalardı çoban olacaklardı. Kasabalarında kalsalardı esnaf olacaklardı. Şehirde gördüler kendileri gibi olmayanları. Şehirde öğrendiler kendileri gibi olmayanların erişemeyeceği hücreler teşkil etmeyi. Şehri üleşmeyi şehirde öğrendiler.
Kahraman ve benzerlerini şehre yakıştıramayanlar da şehirde öğendiler şehri üleşmemeyi…
Cumhuriyet bu gerilimde taraf olmasaydı, şehir hepsini adam edebilirdi. Taraf oldu. Bir yanda mesnetsiz bir kibir, öte yanda manasız bir öfke birikti.
Demek ki şehirler kadar, Cumhuriyetin şümulü de, yani kimin elinde olduğu, ne kadar denetlenebildiği de önemli insan yetiştirme meselesinde…
Neticede, mesnetsiz kibir ve manasız öfke, önce şehri, sonra da Cumhuriyeti tahrip eden bir kansere dönüştü. Ve elimizde, “ah ulan, bu vasıfsız kibirliler ve onları arkalayan Cumhuriyet olmasaydı, biz memleketi uçururduk” gibi test edilmemiş ham bir gençlik hayali ile “ah ulan, şu karabudunun çocukları gelmeseydi biz şehirde ne güzel çağdaş dünyanın bir parçası olacaktık” gibi test edilmiş ama sahiplerinin test etmeyi okullarda öğrenmemiş olması yüzünden ders alınmamış bir varsayım var. Birbirleriyle dövüşüyorlar.
***
Roy Porter The Creation of the Modern World — The Untold Story of the British Enlightenment adıyla (Modern Dünyanın Yapımı — Britanya Aydınlanmasının Anlatılmamış Hikâyesi diye tercüme edilebilir herhalde) bir kitap yazmış. Britanya Aydınlanması lafını ettiğinde başına gelenleri, kısmen alaycı, kısmen bezgin bir üslupla anlatıyor.
Britanya Aydınlanması lafı neden bir oksimoron olarak algılanıyor? Çünkü Aydınlanma denince akla gelen isimlerin hiçbiri Britanyalı değil mesela. Aydınlanma denince akla gelen şeylerin hiçbiri de gerçekleşmemiş Britanya’nın nüfuz alanında. Ama bence Porter haklı, mesele Britanya tarihinde, Britanya tarihinin ilgili bölümünde değil, Aydınlanma kavramını bir Fransız-Alman ortak yapımı olarak algılamamızı sağlayan tanımında… Fransız-Alman Aydınlanması, dünyanın başına bin türlü dert açmaktan —ve neticede mikroskop başında genç kız fotoğrafları üretmekten— başka pek az şey yaptı. Buna mukabil, Porter’in de zikrettiği gibi, Amerikalı tarihçi Commager’in tespiti mühim: Avrupa Aydınlanma rüyasını gördü, Amerika rüyayı hayata geçirdi.
Britanya’nın tarihi bizim tarihimizden çok farklı. Farklı duraklardan geçmiş ve geçmekte olan kültürlerin birine diğerinin güzergâhını teklif ve tavsiye etmek aklıma gelmez. “Fransa yerine Britanya’yı örnek alsaydık” filan demiyorum yani. Ama Cumhuriyet, kendi içinde, Cumhuriyetin kurduğu rüyayı gerçeğe taşıyacak insanları çıkarabilseydi, çıkardıklarını hoyratça imha etmeseydi, mikroskop başındaki genç kız fotoğraflarıyla büyülenip, mütemadiyen onları çoğaltmak yerine kendi toplumunun dinamiklerine yaslanacak cesareti sergileseydi… Her şey başka olabilirdi. Tıpkı AKP, Kahraman gibi ergenlik çağındayken iğdiş edilmiş, hayatla bağı kopmuş, dolayısıyla da aklı o yaşlarındaki seviyesinde donmuş, rüyalarda yaşayan insanlar yerine, elinde kılıç dünyaya hükmeden Süleyman fotoğrafları yerine, gerçeklikle irtibatı olan nadir insanları kollasaydı…
Tekrarlayıp duruyorum farkındasınız, biz aslında aynı filmin farklı oyuncularla çekilmiş versiyonlarını seyredip duruyoruz. Dolayısıyla filmin nasıl sona ereceğini, başımıza ne geleceğini tahmin etmek hiç müşkül değil.