Bir Siyaset Hikâyesi
May iki ay önce erken seçim kararı aldığında Muhafazakâr Parti, İşçi Partisinin yirmi puan önünde görünüyordu. Önceki günkü seçim iki puan farkla, 42-40 bitti. Gerçi dar bölge seçim sisteminin azizliği neticesinde sandalye sayısı arasındaki makas o kadar dar değil ama rahat bir çoğunluk hayal eden May, elindeki rahatsız çoğunluğu bile kaybetti —ve azınlık hükümeti kuracağını açıkladı.
İki ay boyunca güçlü ve istikrarlı bir Britanya’dan söz edip duran May, hezimet sonrasında da “bu kritik dönemde milli menfaatler” deyip durdu. Milli menfaatler…
Bu hesapça, taşradaki seçmen milli menfaatleri umursuyor ama kozmopolit Londra’nın ahalisinin umurunda değil May’in üzerinde titrediği milli menfaatler. Tıpkı Gümüşhanelisinin, Bayburtlusunun, Rizelisinin umurunda ama bizim değil gibi… Hâlbuki çay niyetine Çaykur’a —yani kamuya— kakaladığı otlar sayesinde doymuyor Rizelinin karnı, kozmopolit İstanbul’da iyi kötü uluslararası işlemleri sürdürenler sayesinde doyuyor. Onun dağdan bayırdan toplayıp kamuya kakaladığı otlara o para verilebiliyor, sahiden de öyle bir ota talep olduğundan değil —çoğu yakılıyor veya başka türlü imha ediliyor onların. Para başka yerden kazanılıyor da Rizeliye çay bahane edilip aktarılıyor.
(Bundan kırk yıl önce mesela, Rize’de yetiştirilen çay çaya benziyordu, çay gibi kokuyor, çay gibi lezzet veriyordu. Şimdi öyle değil. Neden? Rizeliler biliyorlar, onlara sorun.)
Britanya’da “milli menfaat” oltasının ardından sürüklenip May’e oy veren kasabalılar da zannediyor ki, eğer Londra’nın kozmopolit seçkinleri uluslararası işlemlerden geri çekilir, taşra ile alışveriş ederlerse… Ohooo… Ne biçim para var. Yok öyle bir para. Londra’ya İngilizce öğrenmeye gelenler, Londra’ya gezmeye gelenler, Londra’ya uluslararası toplantılara gelenler filan olmadı mıydı, Londralılar aç, nerede kaldı taşraya kaynak aktarmak.
Kim milli menfaatlere daha çok hizmet etmiş oldu şimdi? Türkiye’de filanca üniversite ile işbirliği içinde Türkiye’den Londra’ya bir yığın öğrenci götüren —ve dolayısıyla da Türklerin, Müslümanların düşmanlaştırılmasına şiddetle muhalefet eden— Londralı müteşebbis mi, yoksa Londra’dan akan parayla karnını doyurduğunun bile farkında olmadan ona buna sataşan taşralı mı?
***
Daha önce de sözünü etmiş olabilirim, Ankara-İzmir yolunda bir restoran var. Sahibi dünyanın şifresini çözmüş ve tabela yapıp asmış: Durursan sen tok ben tok, durmazsan sen aç ben aç. İktisat sıfır toplamlı bir oyun değil, yani birinin kazancı diğerinin kaybı değil. Aslında sosyoloji sıfır toplamlı bir oyun değil. Şehirlilik deyip durduğum şey, sosyolojinin sıfır toplamlı olmadığını idrak etmiş olma hali. Kasabalılık ise tam da bu hali idrak edememe hali. Yoksa şehir denen yerlerde ikamet edip etmemekle alakalı bir şeylerden söz etmiyorum.
Mesela…
Memleketin en şehre benzer yerlerinde oturan, en nadide üniversitelerinden diploma almış, baksanız en şehirli görünen bir yığın insan var ve fakat Kürtlerin kaybının kendi kazançları olmadığını idrak edebilmiş değiller. Daha önce de dindarların kaybının kendi kazançları olmadığını idrak edememişlerdi ve onların idraksizliğinin faturası Erdoğan ve çetesi olarak hepimizin önüne kondu. Bugünkü idraksizliklerin faturası yarın artık hangi formda önümüze gelir, meçhul.
Ama “Kürt anasını görmesin” formülünü hiç de sempatik bulmayan bir nesil geliyor. Yani yeni neslin içinde geniş bir kesim, “Kürt’ün kaybı beni neden tatmin etsin ki” gibi son derece basit bir soruyu soruyor ve cevap bulamadığında anasının babasının yolundan çıkıyor. İşte onlar şehirli.
Mesele Kürt meselesi değil, anlayan anlamıştır da ben yine de vurgulayayım. Bir zihinsel/duygusal koddan bahsediyorum, misal olarak Kürt meselesini kullanıyorum. Âlemin sinerji denen bir özelliği var. Bir vakitler pek modaydı sinerji terimi ve yerli yersiz kullanılıyordu. 1+1>2 filan gibi formüle ediliyordu. Yerli yersiz kullanıldığı ve böyle formüle edildiği için kullanmaktan olabildiğince kaçınıyordum. Ama var. Ve çok mühim. Onun sayesinde iktisat diye bir şey, sosyoloji diye bir şey var. Ve bir ile biri toplarsanız, genellikle, sadece ikiden büyük bir şey elde etmekle kalmıyorsunuz, ikiden başka bir şey elde ediyorsunuz. Hiç hesapta olmayan bir yığın şey ekleniyor iki tane biri yerleştirdiğiniz pakete. Sevinç, ümit, coşku ve benzeri, sayılamayacak şeyler.
***
Britanya seçimlerinde May, Britanya’nın orasında burasında toplanıyor olan birleri birbirinden ayırıp güçlü ve istikrarlı bir Britanya yapılabileceğini iddia edip duran May, ağzının payını aldı. Bizim sosyal medya patladı.
Bir yanda eski tüfekler var, Corbyn’in zaferinden kendilerine hisse çıkaran… Dün dedim, seçim sonuçlarını onların anladığı gibi anlamıyorum ama bu zaferden kendilerine hisse çıkarmak haklarıdır. Zaten onlarca yıldır mutlu olacakları pek az şey olmuştu, bunun tadını doya doya çıkarsınlar. Onlar için seçimin teferruatı hiç lazım değil, May nasıl mosmor oldu ya, kâfi.
Bir yanda ama çok tuhaf bir mahlûkat var. Onlar da “nasıl geçirdik ama” havalarındalar. Lakin geçirdikleri özne May veya Muhafazakârlar değil. Zaten Corbyn’e sempati duyma ihtimali hiç olmayan tipler bunlar. E peki neye seviniyorlar? Britanya şimdi koalisyonlara mecbur kalacakmış. Ee? Britanya koalisyonlara mecbur kalınca da… Meğer tarumar olacakmış. Biz —çok şükür— koalisyonlardan kurtulduğumuz için lig üstüne lig atlıyoruz ya… Atlamıyor muyuz? Size öyle geliyor. Bu son derece yerli ve milli mahlûkat, bizim roket hızıyla yükseliyor olduğumuzdan emin. Hele bir de yeni sisteme geçince, demek ki…
Yok, aktrollerden söz etmiyorum, onları az çok teşhis edebilecek durumdayım. Bunlar, besbelli, samimiyetle inanıyorlar Britanya’nın koalisyonla yönetilmek zorunda kalması üzerine tarumar olacağına. Bizim koalisyonlardan kurtulduğumuz için kalkınıp durduğumuzu filan sahiden zannediyorlar.
Ne diyeyim? Keşke ben de onların yaşadığı ülkede yaşıyor olsaydım.
***
Neticede her geçen gün daha da emin oluyorum ki, bir çağ kapanıyor. Dünya yeni bir faza geçiyor. Hep dediğim gibi, her faz değişikliğinde olduğu gibi sancılı bir süreçteyiz. Daha da sürebilir bu süreç. Ama mesele sadece sancı meselesi değil. Her faz değişiminde olduğu gibi bir yığın safra atılacak bu süreç içinde dünya balonunun küpeştesinden… Yeni döneme uyum sağlayamayacak ne varsa tasfiye olacak.
Görünüşe göre yangında ilk yakılacaklardan biri Türkiye. Sosyolojisi dünya sosyolojisine senkron olamadığından değil —çünkü pekala senkron. Ama siyaseti sosyolojisine senkron değil. Mesela bir Corbyn çıkarma ihtimali neredeyse sıfır Türkiye siyasetinin…
Dün dedim, başarılı olanı taklit ederek başarı beklemek genellikle hüsranla neticelenir. Türkiye’den de bir eski tüfek çıksın, kamulaştırma mamulaştırma vadetsin filan derdinde değilim. Ama Corbyn hikâyesinden alınacak çok ders var.
Bir defa, bahse konu olan adam, iki yıl önceki İşçi Partisi Kongresinde aday olamıyordu. Sırf aday olsun diye, demokratik teamüller icabı, kendisine hiç de sıcak bakmayan birileri imza verdi ve eksik imzaları tamamladı. Bizde olabilir mi böyle şey? Mevcut siyasi partiler mevzuatı zaten genel başkanların karşısına aday çıkmasını olağanüstü zorlaştırıyor. Genel başkanların her biri birer seçilmiş kral. Öyle olunca da… Baykal kendisine rakip olan ve pek az farkla kaybeden Günay’ı mesela, milletvekili aday listesine bile yazmama dirayeti (!) gösterdi. Kılıçdaroğlu karşısına rakip olarak çıkmaya çalışan Balbay’ın aday olmasına bile imkân vermedi, teşkilatlara baskı yapıp gerekli imzanın toplanmasını önledi. Bütün gücü bir elde toplayınca, o güce sahip olan, üstelik, işte Balbay gibi bir rakipten bile korkacak kadar vasıfsız oluyor.
Bütün partilerde hal bu. Böyle olunca, Corbyn gibi biri çıkabilecekse, daha çıkmadan boynu vurulmuş oluyor. Mevcut şartlarda CHP’nin başında Kılıçdaroğlu’nun kalabiliyor olması başlı başına bir skandal. Balbay’ı yenebileceğinden şüphe duyan adam, Erdoğan ile aşık atacak… Kılıçdaroğlu’nun yerine kurayla biri gelse, onun bir Corbyn olma ihtimali var. CHP’de Corbyn olamayacağı konusunda emniyetle bahse girilebilecek bir tek kişi var: Kılıçdaroğlu. Ve onu o koltuktan söküp atmanın imkânı yok.
İkincisi, Corbyn, soldan merkez sola, oradan da iyice merkeze doğru yönelmiş, uzun süredir istikrarlı olarak bu istikamette yol alan İşçi Partisine, neredeyse antika sayılabilecek bir sosyalist programla başkan adayı oldu. Parti içindeki muhtelif kanatların tüylerini diken diken edecek bir söylemle. Ama parti içindeki gücüyle değil, kamuoyu nezdindeki gücüyle başkan oldu. Türkiye’de böyle bir hikâye mümkün mü?
Ve üçüncüsü, Corbyn İşçi Partisine genel başkan olunca, parti içindeki kendisine muhalif kanatları tasfiye etmedi/edemedi. “Yenilip duruyoruz, bu Muhafazakârlar karşısında kazanabilmemiz için birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” filan gibi laflar aklına bile gelmedi. Gelemezdi, çünkü gücü kimseyi tasfiye etmeye yetmezdi. Ama zaten monolitik bir partinin, içinde muhtelif kanatlar barındıran bir partiye kıyasla daha başarılı olacağı gibi manasız bir kanaat de yok kimsede. Dolayısıyla böyle bir bahaneyi yemezler.
Corbyn hikâyesinden alınması gereken bir başka —ve muhtemelen en önemli— ders ise şu: Başlarken de söyledim, iki ay önce Muhafazakârlar ile İşçi Partisi arasında yirmi puan fark görünüyordu. İki ayda bu fark iki puana geriledi. Üstelik İskoç Milliyetçilerinin hezimete uğramasına ve oylarının Muhafazakârlara kaymasına rağmen. Yani Muhafazakârlar oylarını artırdı ama aradaki fark ciddi oranda azaldı. Yani? Yani, sadece iki ay içinde, muhtemelen seçmenlerin beşte birinden fazlası yer değiştirdi.
Seçmenleri partilerin tapulu malı olarak görenler için ibretlik bir hal. “Ama İngilizler bilinçli seçmen, Türkiye’de olmaz” diyenlere, Türkiye’den misaller. 1999 seçimlerinde seçmenin üçte biri, 2002’de yarısı yer değiştirdi. Daha mühimi, mahalli ve genel seçimlerin bir arada yapıldığı 1999’da, yan yana duran sandıklar arasında, yer yer yüzde 25’e varan farklar oluştu. Yani adam İl Genel Meclisi sandığına giriyor bir partiye oy veriyor, çıkıp Belediye Meclisi sandığına giriyor başka bir partiye oy veriyor. İnanmayan 1999 verilerini inceleyebilir.
Türkiye’nin sosyolojisinde bir acayiplik yok. Siyaset mevzuatı acayip. Yeni dünyada yeri olmayacak kadar… Zaten de kimse yeni dünyadan söz etmiyor. Birileri Atatürk’ün, ötekiler Abdülhamid’in dünyasını ihya edecekleri zannını pazarlayıp duruyor. İlerideki tarih kitapları da zaten, “bir zamanlar bir Türkiye vardı, Abdülhamid ve Kemal’den sonra kimseyi çıkaramadığından mevta oldu” diye yazacaklar.