Bugün Sözcü Okudum

Yılmaz Özdil hoş bir yazı yazmış. Avustralyalıların İngiliz ordusuna gönüllü yazılması için nasıl bir komplo düzenlendiğini anlattıktan sonra, “istihbarat servisleri, kindar bir imam ve yalancı medya bir araya gelirse korkun, bir millet felakete sürüklenebilir” diyor. Söylediklerine katılıyorum da, söylemediği bir şey var: O dönemde Avustralya’da yaşayanlar için çocuklarını —adını bile doğru dürüst telaffuz edemeyecekleri— Çanakkale’ye yollamak, Çanakkale’de kaybetmek sahiden tasavvur edebilecekleri en büyük felaket olabilir. Ama bugün yaşayan torunları için Çanakkale macerası başka bir mana taşıyor. Avustralyalıların müstakil bir millet olarak dünya sahnesinde yer almalarının miladı Çanakkale. Bu yüzden Çanakkale’yi, hatta bizim andığımızdan da daha bir şevk ve heyecanla hatırlıyorlar. Demem o ki, İslami dille söyleyecek olursak, şerde pekâlâ hayır olabilir. Bugün şer olarak gördüğümüz şeylerden de olmayacak, akla gelmeyecek hayırlar tezahür edebilir.

Soner Yalçın bir yazı yazmış, Gezi direnişi sürecinde uyanmış bir eski RP’linin yazdığı bir kitaptan söz ediyor. Yazıyı, mealen şöyle bitiriyor: “Yeter ki dindar ile dinciyi birbirinden ayıralım.” Eh, katılıyorum. Yıllarca benzer bir ayrımın siyaseten mühim olduğunu söyleyip yazdım.

Lakin bir mesele var ve o da gazetenin bir başka köşesinde, Ege Cansen’in köşesinde boy veriyor. Cansen her zamanki gibi, kıvırmadan, dürüstçe diyor ki mealen, “biz 1930’larda doğmuş, devlet liselerinde, üniversitelerinde okumuş olanlar, memleketin her bir derdinin İslam’dan kaynaklandığına inandık.” Kullandığı fiil mühim: İnanmak. Yani inancın karşısına bilmek gibi bir fiili koyup, kendi kanaatlerinin dayanaklarına kurmaca bir üstünlük atfetmiyor. İyi. Özneyi iyi tarif ediyor: Devletin liselerinde, üniversitelerinde okuyanlar. Yani, zımnen, devletin liseleri ve üniversiteleri vasıtasıyla bir endoktrinasyon imal ettiğini ima ediyor. İyi.

E peki, mesele nerede?

Mesele şurada: O süreçte yetiştirilen, yetiştirilmekle kalmayıp devlet marifetiyle makam mevki sahibi kılınan, palazlandırılan, sonra da palazlanmışlığına bakıp kendi kanaatlerinde bir üstünlük vehmetmeye başlayan, “mademki diğerlerinden daha üstün bir statümüz var, demek ki bizim kanaatlerimizin dayanakları üstün” gibi bir iman edinen insanlar ve onların çocukları, memleketin her bir derdinin İslam’dan kaynaklandığı inancından vaz geçmeye hazır değiller. Yani dindarlar ile dinciler arasında bir ayrım yapılmasına razı değiller. Çünkü ellerinde, bu inançtan gayrı bir şey kalmadı. Makamlar, mevkiler ve iktisadi imtiyazlar gitti. Bir tek inançları kaldı onları yığınlardan ayıran.

İnanç mühim. Yeryüzünde her şeyini kaybetmiş, her türlü tehdit altında yaşayan bütün altkültürleri hayatta tutan, belki de biricik şey inanç. İnancın doğruluğu, yanlışlığı tali bir mevzu —ki zaten inancın doğruluğunu ölçecek bir cetvel de nadiren bulunur, inanç sahipleri bire kadar kırılmadıkça, inanç yaşar. Bugün iktidarda olan ve iktidarı akla sığmayacak bir hoyratlıkla kullananlar da, yıllarca, memleketin başına gelen her bir musibetin İslam’dan uzaklaşmaktan kaynaklandığı inancıyla yaşamışlardı. Bana kalırsa, Ege Cansen’in tarif ettiği iman kadar manasız ve sebepsiz bir inançtı. Ama uzun soluklu bir mücadelenin neticesinde iktidarı, dolayısıyla da makam, mevki ve iktisadi gücün yeniden dağıtımı gücünü ele geçirebildi.

Neticeten… Özdil’e dönelim. Evet, memleket Avustralyalılar için Çanakkale neyse o ölçekte, hatta belki daha büyük bir ölçekte bir felaketi tecrübe ediyor. Buradan bir hayır tezahür edecek mi?

Edebilir belki.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin