Bugünler
Dün gece, hiç beklemediğim biri, Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programında konuşulanları işaret edip, “koalisyon diyordun ama…” mealinde bir cümle kurdu. Çok yorgun görünüyordu, mevzuun üstüne gitmedim.
Benzer bir ruh durumunun birçok kişi tarafından paylaşıldığını düşünüyorum. On üç yıldır unutulmuş ne varsa sandıklardan çıktı: Ümitlerin yanında kaygılar, heyecanların yanında takatsizlikler, ve saire… Çok kişinin bir uçtan bir uca savrulup durduğunu zannediyorum.
Bence, iyi bir hal bu.
***
Neden iyi bir hal? Deyip durdum da, bir de şöyle demeyi deneyeyim: Diyelim toy bir kızken bir adama âşık olup evlendiniz. Kayınvalidenizin, kayınpederinizin evinde yaşıyorsunuz. On ay sonra bir de çocuk sahibi oldunuz. Nemrut kayınvalideniz, çok küçük ve beceriksiz olduğunuzu gerekçe gösterip, yavrunuzu elinizden aldı. Güvendiği bir sütanne buldu. Çocuğunuzun nasıl yetiştirileceği, ona ne yedirilip ne içirileceği, ele avuca geldikten sonra nasıl giydirileceği, hangi anaokuluna yollanacağı, kimlerden ders aldırılacağı filan gibi bir yığın konuda planlar yapmaya da şimdiden başladı. “Vay, yavruma ben bakmak zorunda kalsaydım bütün bunları akıl edemeyecektim, ne güzel” der misiniz? Yoksa “bırakın yavrumu bana, başını gözünü yaracak olsam da onu ben büyüteceğim” mi dersiniz?
Çocuk büyütmek meşakkatli iş. Onunla uğraşarak yorulduğunuz günün akşamında, “oh uyudu, şu diziyi seyredeyim” diye televizyonun başına oturduğunuzda, ağlayarak uyanıverir mesela. Aylarca hayalini kurduğunuz tatilin ortasında hastalanıverir, parasını ödediğiniz tatil köyünden apar topar ayrılmak zorunda kalmak bile, “acaba ciddi bir şeyi var mı” endişesinin yanında ehemmiyetsiz kalır. Yormayayım sizi, siz daha yüzlerce benzerini sayabilirsiniz.
Büyümek de meşakkatli iş. Annenizin babanızı —sizin zannettiğiniz kadar— sevmediğini bir gün öğrenirsiniz mesela. Veya arkadaşlarınız bir bekâr evinde toplanıp eğlenirken, anneniz size izin vermez, ondan nefret edersiniz. Yine yormayayım sizi, kendinizi biraz zorlamanız gerekebilir ama her biriniz büyürken yaşadığınız travmaların birçoğunu hatırlayabilirsiniz.
E ama, anneyseniz eğer, televizyon dizilerini kaçırmak, tatillerin berbat olması ihtimali ve saire yüzünden, “şöyle güvenilir bir merkez olsa, çocuğu oraya teslim etsem, büyütüp getiriverseler bana” demek aklınıza gelmez herhalde.
Gelir mi yoksa? Gelenler var, biliyorum. Mesele şu ki, eğer çocuğunuzu birileri büyütüp getirirse, siz anne veya baba olamamış olursunuz. Anne veya baba olurken bir insanın kazandıkları nelerse, onları kazanamamış olursunuz. Neticede sizden bir cacık olmaz. Olsa olsa televizyon dizisi tiryakisi biri olur. Dahası, sizden bir cacık olmayacağının bile farkında olmayan, neyinin noksan olduğunun farkında olmayan biri olursunuz.
Veya…
Eğer — annenizden, babanızdan ayrı— çocuk yetiştirmeye dair her bir şeyi dosdoğru bilen bir takım öznelerin elinde büyürseniz, belki bir yığın travmaya maruz kalmazsınız. İyi ama öyle yetişmiş olmayı tercih eder miydiniz?
***
Çocuk yetiştirmeyi dosdoğru bilen bir takım özneler yok. Çünkü çocuk yetiştirmenin dosdoğru reçeteleri yok. Malikânelerde mürebbiyelerin elinde büyüyen, çocuk yetiştirme reçeteleriyle dolu kitapları hatmetmiş annelerin büyüttükleri çocuklar ile gecekondularda büyüyenler arasında, hayata tutunma kabiliyeti konusunda bir fark varsa, genellikle ikincilerin lehine… Çocuk yetiştirmek bilinmez. Çocuk yetişir. Yetişirken anne ve babası da yetişir, olgunlaşır.
Hayat böyle ve iyi ki böyle…
Bir buzdolabı ise çocuk yetiştirilir gibi üretilmez. O önce, buzdolabı üretmeyi bilenler tarafından planlanır, tam da zaten bilinen operasyonların gerçekleşeceği mekânlarda, yapılması gerekenler eksiksiz fazlasız ikmal edilerek imal edilir.
Toplum olgunlaşan bir şey, imal edilen bir şey değil. Toplum bir insanı andırıyor, buzdolabını değil. Buzdolabı imalat sürecinin bir yerinde tezgâh saçmalamaya başlar da olması gerektiğinden daha geniş delikler açarsa sac levhada, bu travma telafi edilemez, o buzdolapları daha piyasaya çıkmadan ıskartaya ayrılır. Biz eğer öyle her travmayla ıskartaya çıkacak olsaydık, dünyada insan diye bir şey olmazdı. Biz, buzdolaplarının aksine, başımıza gelen —ebeveynlerimizin başımıza gelmemesini istedikleri— olumsuzluklar sayesinde hayatta bir yer sahibi oluruz. Buzdolapları ise, ancak, üretimleri sürecinde başlarına hesapta olmayan hiçbir şey gelmemişse sizin evinize ulaşabilirler.
Tekrarlayayım: Toplum insanı andırır, buzdolaplarını değil. Dolayısıyla bir buzdolabı fabrikası gibi yönetilmesi değil, bir aile gibi dövüşe dövüşe yetişmesi gerekir. Ve yine dolayısıyla, şimdi televizyon ekranlarında sergilenen, her biri kendi başına bir yığın tuhaflık ve manasızlık ihtiva eden tartışmalarda alınan tutumlara bakıp, “galiba ıskartaya ayrılacağız” diye endişe etmek yersiz. Çünkü şimdi şahit olmakta olduğumuz her şey, mesela bir akşam yemeğinden sonra “arkadaşlarla buluşacağım” deyip çıkmaya hazırlanan bir genç kızın aile içinde yol açtığı kriz gibi şeyler. “Katiyen olmaz”dan, “bu kıyafetle mi çıkacaksın”dan, “kimlerle buluşacaksın”a, oradan “kaçta gelirsin”e evriliyorlar.
***
Delil mi istersiniz?
Merve Kavakçı seçilip yemin etmeye kalktığında “Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyette olmaz öyle şey” makamından gürültü koparanların bugünkü sözcüsü Sözcü, bugün, Dilek Öcalan’dan Feleknas Uca’ya kadar beş altı yeni vekilin fotoğrafını basıp, üstüne, “Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyete borçlusunuz” mealinde manşet atmış.
“Oh, ne iyi olmuş” filan diyor değilim, bir yanlış anlaşılma olmasın. Bence iyi olmuş da, meselem o değil yani. Meselem şu: Türkiye değişiyor. Kızınız büyürken nasıl değiştiyse öyle değişiyor. Öyle değil de şöyle değişebilirdi. Siz öyle değil de şöyle davransaydınız, kızınız şimdi olduğu gibi değil, başka türlü olacaktı belki. Ama ne yapsaydınız ne olacaktı, öyle olsaydı daha mı iyi olacaktı, asla bilemezsiniz. Bilemeyeceksiniz. Kendi hesabıma, ben bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: Kızım doğduğunda annem, “siz çocuk yetiştirmeyi bilmiyorsunuz, ben beş çocuk büyüttüm, bunu da sizin yetiştireceğinizden daha iyi yetiştiririm” deyip onu bizden alsaydı mesela, kızım çok eksik olacaktı, ben çok eksik olacaktım.
***
Türkiye’ye uzun süre, toplumu bir buzdolabı gibi görenler vaziyet ettiler. “Yahu öyle değil” diyenlere, raftan Atatürk ilkelerini indirip hiza verdiler. Yegâne referansları sahip oldukları diplomalardı. O diplomaların kendilerine yetki verdiğine iman etmişlerdi. Yönettikleri fabrikadan hayırlı hiçbir şey çıkmadı. Fabrika bahçesi tepeleme ıskarta ürünle dolduğunda, askerleri imdada çağırıp mıntıka temizliği yaptırdılar ve yeniden başladılar.
Sonra Erbakan diye bir adam zuhur etti. Ve onun imal ettiği fabrikanın başına, Erdoğangiller gelip oturdular. Benim açımdan, 2002’de hiçbir şey değişmedi yani. Memleketi bir fabrika gibi görme hali aynı kaldı. Sadece buzdolabının modeli değişti. Bugünkü T24’te, —Akit yazarı olduğunu öğrendiğim— Faruk Köse adlı bir gençle yapılan röportajın ikinci bölümü var (http://t24.com.tr/haber/akit-yazari-yigit-bulut-kaypak-ethem-sancak-ve-barlas-menfaatci-akp-amigosu-medya-yalaka,300741). Bir yığın akla uygun laf ediyor. Eh, bir fabrika hakkında konuşmaya başladığınızda akla uygun laf etmek çok da müşkül şey değil, herkes az çok biliyor fabrikalarda nelerin olmazsa olmaz olduğunu. Neticede şuraya geliyoruz: Faruk Köse’nin de “dışarıda” referansları var, tıpkı karşılarında konumlandığı Kemalistler gibi… Toplumu bir şeye benzetmeye niyetlenmiş. Filan…
Bu kafayla bir çocuk yetiştirmeye kalksın da göreyim…