Büsbüyük Resim

Şimdi efendim,

  1. Fethullahçıların yegâne derdi Erdoğan’ı bitirmek,
  2. Rusya Büyükelçisini öldüren polis Fethullahçı, bu işi de Erdoğan’ın başına çorap örmek için işledi,
  3. Rusya Büyükleçisini öldüren polis memuru, 15 Temmuz sonrasında bilmem kaç defa Erdoğan’ın şovlarında görevliydi

dediniz mi, mercimek kadar akıl sahibi olan herkes size kıçıyla güler.

Memleketin kahir ekseriyeti öyle yapmıyor. O halde mercimek kadar akılları mı yok?

Bence akılları kâfi de, gülecek halleri yok.

Bugün Türkiye’nin halinden ciddi ciddi endişe duyan geniş kesimler var. AKP’ye oy vermemiş, vermeyecek olanlardan söz ediyorum. Ama bir de AKP’ye oy vermiş olan on milyonlar var ki, büyük çoğunluğu, sadece memleketin halinden endişe etmiyor. Kendi halinden de fena halde endişeli. Gülecek hali yok.

Asıl trajik olan, yukarıdaki üç önermeyi arka arkaya işittiğinde herhangi bir reaksiyon gösteremeyen, kutsal bir orduya nefer yazılarak kötürümleştirilmiş yığınlar değil. AKP adına konuşan zavallıların, ellerindeki onca imkâna ve kudrete rağmen üretebildikleri malzemenin bu olması.

Zekâlarını sevdiklerim…

***

Gençken, daha önce söylemiş olmalıyım, aforizmalar biriktirirdim. Onların birinde diyordu ki adam, mealen, “gençken, insanın tam gezip tozacakken, yaşayacakken, paraya ihtiyacı olduğunda yani, parası olmamasına, artık paranın tadını çıkarabilecek hali kalmadığında para sahibi olmasına mana veremezdim. Yaşlandım ve çocukların eğitimiydi, sağlıktı filan, paranın insana aslında yaşlandığında lazım olduğunu anladım.”

Bu lafı, uygun olduğu muhtelif yerlerde kullandım. Öyle veya böyle reaksiyonlar aldım. Ama fark ettim ki, kimse benim takıldığım noktaya takılmıyor. Ben nereye takılıyorum? Lafı eden adamın, paranın hayatın hangi döneminde insanın eline geçeceğini bir parametre olarak değil de bir değişken olarak ele almasına takılıyorum.

Tuhaflık işte…

Şunu demek istiyorum: Para insanın eline yaşlandığında geçiyorsa, bana göre, öyledir. Üzerinde kafa yormaya değmez. O değiştirilebilir bir şey değildir, bir parametredir. Karar değişkeni olan şeyler, gençken, yani paran yokken yapmak istediklerini nasıl yapabileceğin veya paran olduğunda onun ne kadarını nereye harcayacağın filan gibi şeylerdir. Karar değişkenlerinin üzerine kafa yormak gerekir.

Bir lafı işittiğimde veya bir davranışa şahit olduğumda, lafın veya davranışın ne anlama geldiğinden çok, o lafı eden veya davranışı sergileyen öznenin kafasının nasıl çalışıyor olduğuna odaklanmaya ne vakit başladım bilmiyorum. Yukarıdaki zayıf misal, çok küçük yaşlardan beri öyle olduğumu gösteriyor. “Bu adamın nasıl bir aklı olmalı ki, benim aklıma gelmeyecek şeylere kafa yoruyor?”

İmdi…

Aynı yaklaşımla, yukarıdaki üç önermeyi arka arkaya üretebilenlerin ne halde olduklarını da merak ediyorum.

  1. Ahmaklar. Ürettikleri önermelerin “o halde aynı memur Erdoğan’ı neden öldürüvermemiş” sorusuna yol açacağını bile idrak edemeyecek kadar hem de…
  2. Fena halde çaresizler. Muhtemel çıkarımların farkında olsalar bile başka bir şey üretemeyecek kadar köşeye sıkıştıklarından, bunları uyduruyorlar.
  3. Fena halde kendilerine güveniyorlar. “Biz söyleyince bizimkiler itiraz etmez, diğerleri de edemez” diye düşünüyor, serbestçe zırvalıyorlar.
  4. Yukarıdakilerin hepsi.

***

Birkaç gün önce “Halep’te katliam” türünden naralar atan, İran ve Rusya’nın —ABD’nin de örtülü desteğiyle— Türkiye’ye rağmen ve Türkiye’ye karşı Suriye’de oyun kuruyor olduğunu bağırıp çağıranlar, şimdi, Dışişleri Bakanının ağzından, Halep’te olan bitenleri onaylıyorlar.

Daha yetmiş iki saat geçmeden…

Çünkü —biliyorsunuz işte— arada, Ankara’nın göbeğinde Rusya’nın Büyükelçisi vuruldu.

Ne alakası var?

***

Büyük resme bakalım.

Az önce söylediğim kadar ahmak, çaresiz ve ahlaksız mahlûkat, on küsur yıldır, “bizden önceki şu kadar hükümetin beceremediklerini becereceğiz” diye, abuk sabuk bir yığın iş işlediler. Ellerindeki/elimizdeki imkânlar ne, sınırlar ne bilmeyince, sınırsız imkânlar olduğunu ve sınırların da imkânsız olduğunu zannettiler. Onların bilmediklerinin zaten mevcut olmadığını…

Böyle böyle, bu kafayla, manasız işler işlediler. Büyük resim, işbu kafadan ibaret. Başımıza gelenlerin başka bir faili yok. Büyük resimde küçücük bir kafa, biliyorum tatmin edici görünmüyor ama zaten çerçevenin büyüklüğü ile çerçevenin içindeki kafanın küçüklüğü arasındaki orantısızlık bugüne yol açan. Ancak o çapta bir orantısızlık bu çapta bir belaya sebep olabilirdi.

Bu ufacık kafanın karşısındakiler, “ulan bunlar rejimi değiştirecekler, memleketi İslamlaştıracaklar” dedikçe, her bir şeyi ağızlarına yüzlerine bulaştırmış olanlar, “İslam adına” hikâyeler yazmaya başladılar. Kendilerine mistik, metafizik etiketler yapıştırdılar.

Yani…

Büyük resimde aslında bir küçük kafa yok, ikisi birbirinden küçük iki kafa var.

Geldiğimiz noktada, iktidardaki küçük kafanın önce Rus uçağının düşürülmesiyle böbürlenip sonra Putin’in peşinden yalvararak dolanmaları, Amerika’ya Ankara’da dayılanıp Washington’da Obama’nın yarım saati için kırk takla atmaları, İsrail’e diş gösterip sonra üç otuz paraya anlaşmaları filan… Arkasındaki kitleyi tamamen paralize etti. Önce “Halep, ah Halep” diye ağlaşıp, sonra “Halep’te işler yolunda” demeklerin bir çizik daha atacağı bir çetele kalmadı zaten. İktidarın arkasındaki kitlenin biricik derdi var, ortağı olduklarını bildikleri/hissettikleri suçlar yüzünden başlarına geleceklerden sakınmak.

Ve karşılarındakiler, “mümkünü yok bırakmayız sizi” diyerek, her fırsatta, bahse konu olan kitlelerin uyanık kalmasını sağlıyor.

***

Büsbüyük resmi tekrarlayayım: Kocaman bir çerçeve ve içinde iki küçük kafa. Küçücük…

Bu ülke, daha önce de avcıların gözlerine kestirdiği bir ülkeydi. Ama Abdülhamid döneminde olduğu gibi, avcıların hemen hepsinin gözüne kestirdiği bir ülke olduğundan, o avcılar da bir diğerinin bu ülkeyi yutmasına razı gelmediğinden, ayakta ve hayatta kaldı. O vakitler de pek küçücüktü bu ülkenin kafaları.

Şimdi, tıpkı Abdülhamid sonrası gibi, avcıların birbirlerine mani olmalarına güvenemeyeceğimiz bir faza girdik. O faza girdiğimizde, memleketin iktidarının kırdığı cevizler zaten bini aşmış, başı fena halde derde girmişti. At izini it izine karıştırıp iktidarda kalmaya çalışmaktan başka gailesi kalmamıştı. İktidarda kalmak ve böylece yediği herzelerin hesabını vermekten kurtulmak… Karşı taraftaki etkisiz elemanları hesaba katmaya lüzum yok, çünkü onlar hâlâ meselenin İslamileşme projesi olduğunu zannediyorlardı.

7 Haziran’da iktidar riske girince, Ankara kendisini Washington’a rehin verdi. Oradan sonrası, bambaşka bir hikâye…

Çoktandır diyorum, bölgede Kürtlerin manalı bir güç olacağı, buna mukabil Türkiye’nin cenazesinin kaldırılacağı bir proje üzerinde, bütün taraflar anlaşmış durumda. Bütün taraflar… Bu süreç içinde de Türkiye’nin başında malum heyetin olması lazım geliyor. Çünkü borçlu olanlar ve borçları mukabili rehin alınanlar onlar. Ve ancak onlar, birbiriyle apaçık çelişen önermeleri, yüzleri hiç kızarmadan, arsızca, lafmış gibi arka arkaya dizebilirler. Bu işi yaparken arkalarında kefenli bir aşağılık güruhu örgütleyebilirler. Ve saire…

Şimdi Ankara, Moskova’nın elinde de rehin. Zaten öyleydi de, kurtulmalık artık ödenemeyecek kadar yükseldi, Büyükelçinin öldürülmesiyle.

Eh, vara vara vardık AKP’nin borazanlarının “büyük resim, büyük resim” deyip durdukları hikâyeye… Evet hal, onların anlatmaya çalıştığı gibi. Yani birileri Türkiye’nin üzerinde ölümcül bir oyun oynuyor.

Söylemedikleri şey şu: Kendileri bu oyunun Türkiye’deki operatörleri.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin