Buzun Üstünde

Dün dedim ki, mesela cevizin tadını ceviz yemeden bilemezsiniz ve —daha mühimi— ceviz yememiş birine bildiremezsiniz.

Yine dedim ki, eh, evet, her bilgi öyle değil. Ama zannedildiğinin aksine, birçok bilgi öyle. Mesela enstrümanlar başladığında, solistin az sonra “Gamzedeyim deva bulmam” diye gireceğini tahmin edebilirsiniz —eğer şarkıyı daha önce dinlemişseniz. Birileri, elindeki notalara bakıp, daha önce hiç dinlememiş olduğu halde, eğer notalar seslendirilirse nasıl bir musikinin ortaya çıkacağını zihninde kurabilir mi? Ben asla yapamam ama öyleleri var. Öylelerinin bile, daha önce Hamiyet Yüceses dinlememiş iseler, kendisine hangi veriler sağlanırsa sağlansın, Hamiyet Yüceses’in yüce sesini, zihinlerinde canlandırabileceklerini zannetmiyorum. Şu anda şarkıyı söyleyenin Hamiyet Yüceses olduğunu bilmek için onu daha önce dinlemiş olmak gerekli —ve yeterli.

Yine dün misal olarak verdiğim buzun üstünde akrobatik hareketler mesela, birilerine derslikte uzun teorik bilgiler verilerek öğretilebilir bir şey değil. Ama buzun üstünde akrobatik hareketler yapmayı bilmek, cevizin tadını veya enstrümanlar başladıktan sonra giren solistin Hamiyet Yüceses olduğunu bilmek gibi de değil. Yani bir defa maruz kaldığınızda öğrenivereceğiniz bir şey değil. Aksine, her şeyi defalarca denemeniz, tekrar denemeniz gerekiyor.

Denemeniz, hata yapmanız, düşmeniz, tekrar ayağa kalkmanız, tekrar denemeniz…

Aydınlanma aklı bu tür öğrenmeleri de sevmiyor. Bilgi orada. Önce ona hangi yoldan gidileceğini öğreneceksiniz. Sonra da hiçbir yanlış yola sapmadan, dosdoğru ona gidip, bilgiye erişeceksiniz. Maddenin kuvvet uygulandığında nasıl hareket edeceğini öğrenmeniz gerekiyorsa, öyle baştan başlayıp, bir elma ağacının altında elmanın düşmesini beklemeniz filan gerekmiyor. Açacaksınız Fizik 101 dersinin kitabını, orada yazıyor işte, F=ma. Şimdi kuvveti ve kütleyi biliyorsanız, yani elinizde kâfi malumat varsa…

Pek az bilgi böyle. Ama Aydınlanma Aklı, (a) birçok bilginin böyle olduğu, (b) her bilginin bu hale getirilebilir olduğu, (c) kısa vadede getirilemeyecek olanların da zamanla getirilecek olduğu gibi zanlara yaslanıyor —başka birçok zanla birlikte. Kimse işe böyle varsayımlar katmış olduğunu alenen söylemiyor, hatta belki birçok kişi öyle yapmış olduğunu bilmiyor bile ama olur olmaz meselelerde, mesela ABD-Türkiye ilişkileri veya Akşener’in oy potansiyeli filan gibi mevzular bahse konu olduğunda bile, eşelerseniz, söylenenlerin altında bu tür varsayımları görüyorsunuz.

***

Enstrümanlar başladığında, Türk Musikisi sevmiyor olsanız bile, kulağınıza ulaşan seslerin müzik olduğunu, rasgele sesler olmadığını, bir tür gürültü olmadığını bilirsiniz. Nedir müzik ile gürültü arasındaki fark? Bir beste yapan kişi, ne yazarsa müzik yapmış olacağını nereden biliyor?

Oliver Sacks’ın Musicophilia’sını, bu sorunun cevabını bulabilirim ümidiyle edinip okumuştum. Ama bulamadım. Başka yerlerde de bulamadım. Seslerin belirli bir mimariye göre düzenlenmesini müzik olarak algılıyoruz. O mimari anlayışların bir bölümünü seviyor, bir bölümünü sevmiyoruz. Ama neticede sevmediklerimizin de bir tür müzik olduğunu teslim ediyoruz. Bu ayrımı yapan biyolojik bir mekanizma olmalı gibi duruyor. Ve bildiğim kadarıyla o mekanizmanın ne olduğunu bilmiyoruz. Ama onun ne olduğunu keşfetsek bile, bir gerçeklik orada duruyor olacak: Belirli biçimlerde düzenlenmiş seslerin müzik olduğunu, bu hususta bir eğitim almadan, birileri bize “şunlar müziktir” diye öğretmeden, biliyoruz.

Öyle öğretilmeden ve öğrenilmeden bilinen şeyler de Aydınlanma Aklı için makbul değil. Zaten böyle bilgilerin mevcut olduğunu iddia etmek de saçma —neler diyorum ben! Uzmanlarına sorsak, hangi adımlardan geçerek, o bilginin herkes tarafından nasıl parça parça edinildiğini bize anlatacaklardır. Filan. Hâlbuki yok öyle adımlar, parçalar filan. Zorda kalınırsa uyduruluyor. Amerika hakkındaki, Osmanlı hakkındaki bilgiler, öyle adım adım üretilmiş değil kimsenin zihninde. Hem Amerika’nın ve hem de Osmanlı’nın birer sosyal örgütlenme mimarisi olduğunu, kimse bize öğretmeden biliyoruz. Kimse bize öğretmeden seviyor veya sevmiyoruz. Seviyorsak sevmeyi haklı gösterecek malumatı, sevmiyorsak sevmemeyi haklı gösterecek malumatı seçip alıyor ve servis ediyoruz. Kararlarımızı bambaşka süreçler içinde veriyor, tercihlerimizi bambaşka süreçler içinde yapıyor, sonra onları —Aydınlanmacılar illa istiyor diye— Aydınlanmacıların hoşuna gidecek süreçler içinde açıklıyor, gerekçelendiriyoruz.

Hakkında konuşup durduğum şeylerin her birinin birer misal olduğunu, bilmiyorum, hatırlatmaya lüzum var mı? Misaller üzerine konuşmayı bırakıp global bilgiye gelecek olursak, biz, bedenimizle biliyoruz. Buz pateni yapan gencin bedeni biliyor, sadece sinir sistemi değil. Aydınlanma Aklının en hayati çuvallaması da bu noktada ortaya çıkıyor. Çünkü Aydınlanma Aklına göre, varsayılan bir biçimde —mekanik prensiplerle— çalışan bir sinir sistemi var ve o sinir sistemi bilginin biricik kaynağı.

Aydınlanma Aklının zihnin işleyişi hakkındaki varsayımları çoktan çöktü. Ama hâlâ, “bunlar mühim mevzular, duygularımızla hareket etmeyelim” veya “Quaresma duygusal davrandığı için gol kaçtı” filan gibi, sinir sistemi ile endokrin sisteminin birbirinden bağımsız çalıştığına dair inanca yaslanan laflar pervasızca edilip duruyor. Üstelik son zamanlarda, bilgiyi sinir ve endokrin sistemimizin işbirliği içinde işliyor olduğumuzun da ötesine geçtik, bedenimizin bir bütün olarak bilgi işliyor olduğunu keşfettik.

***

Aydınlanma Aklının, mekanik bir biçimde çalışan —dolayısıyla herkeste benzer prensiplere sahip olan ve dolayısıyla da bir malzeme birinde işlendiğinde nereye varıyorsa diğerinde de aynı yere varacağını varsaymamızı sağlayan— sinir sistemi modeli, manasızlıkların muhtemelen en büyüğü. Ama mesele sadece bundan ibaret değil.

Elimizde sınırlı sayıda nota var. O notaları rasgele sıralarsam, ortaya müzik çıkmıyor. Nasıl sıralarsam müzik çıkıyor? Şöyle veya böyle… Bu şöyle veya böyleler, her gün olağanüstü bir hızla artıyor. Müzik çeşitleniyor. Sadece melodiler çeşitlenmekle kalmıyor, müzik tarzları da çeşitleniyor. Bir Hollanda halk türküsünü, işin ustaları, bir Türk halk türküsünden kolaylıkla ayırt edebiliyor. Yukarıda yaptığım analojiye müracaat edecek olursam, mimari eserler çeşitlenmekle kalmıyor, mimari tarzlar çeşitlenmiş/çeşitleniyor.

Eğer bilimsel teorilerimize güveneceksek, başlangıçta sadece bir tek noktada yoğunlaşmış olağanüstü bir enerjiden başka hiçbir şey yokken, aradan geçen milyarlarca yıl içinde sayısız şey zuhur etmiş. Şeyler çeşitlenmiş yani. Sadece şeyler sayıca artmakla kalmamış, madde, enerji, karadelik, foton, ve saire gibi bir yığın kategori zuhur etmiş. Başlangıçta her nasıl olup da bir canlı zuhur etmişse, aradan geçen milyonlarca yıl içinde canlılar sadece çoğalmamış, çeşitlenmiş.

Ama Aydınlanma Aklına kalırsa, bir tarafından kâfi malumatı boca ederseniz, bilgiişlem makinesi, hep aynı ve biricik netice üretecek. Ortada muazzam bir malumat çeşitliliği var ve fakat bu aldatıcı bir hal. Aslında biricik doğru bilgi var. Siz neden o bilgiye ulaşamıyorsunuz? Çünkü… Ya makineye yanlış malumat yüklüyorsunuz, mesela ABD’nin filanca tarihte bize ne yaptığını hesaba katmıyorsunuz. Veya sizin makineniz büsbütün yanlış, yani ya ahmak veya hainsiniz.

Şeylerin âlemi —yani gerçeklik— durmaksızın çeşitlenme üretiyor olsa da, bilginin muhteşem krallığında —hakikat âleminde— çeşitliliğe yer yok, Aydınlanma Aklına göre…

Aslında bu formülasyonun Aydınlanma’dan çok eskilere giden bir tarihi var. Fikrin müellifi olarak Platon gösterilebilir. Sokrates öncesi filozofların dediklerinden manalı bir bütün paketlemeye soyunan Platon, bir hususta birbiriyle çelişen filozoflardan sadece birini seçerek, kendi modelinin iç tutarlılığını tesis etmişti —çünkü, anlaşılıyor ki, tutarlılık istenen bir şey, tıpkı müzik gibi. Ama Parmenides ile Herakleitos arasında tercih yapamamış gibi görünüyor. Herakleitos gerçekliğin filozofu iken, Parmenides hakikatin filozofu idi. Herakleitos her şeyin değiştiğini söylerken, Parmenides hiçbir şeyin değişmediğini söylüyordu. Filan.

Kaynağı her ne olursa olsun, Aydınlanma Aklının yaklaşımının geçerliliği, ancak, bilginin âlemi ile şeylerin âlemi arasında bir geçirgenlik olmadığında, bilgi ile şeyler birbirlerinden bağımsız âlemlerde yaşıyor olduklarında mümkün. Zaten de Aydınlanmacılar, görüldüğü kadarıyla, şeylerin âleminden uzakta, gurbette, bir muhayyel âlemde yaşıyorlar. Orada şeylerden bağımsız zannettikleri bilgileri birbirlerine tokuştura tokuştura, bilgi zannettikleri şeyler imal ediyor, sonra da imal ettikleri şeyleri birbirlerine gösterip “ay bak ben ne yaptım” diye aferin bekliyorlar.

Bu kafalarla, önce buzun üstünde kaymanın fiziğini öğretip, sonra o bilgi sayesinde buzun üstünde, ilk denemelerinde müthiş bir performans sergileyebilmeleri için —patenci olabileceğini varsaydıkları— çocukları dersliklere alıp… Bildiniz işte, ortaya patenci filan çıkaramıyoruz. Biz her şeyi dosdoğru yaparak çıkaramazken, orada cahil cühela buzun üstünde vızır vızır kayıp devasa bir ekonomi inşa ediyor.

Hep komplo bunlar. Bizi çekemediklerinden…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin