Çerçeve
Önceki gece, Galatasaray-Fenerbahçe maçından sonra, tribünlerde ağlayan bir çocuk görüntüsü yansımış ekrana. O görüntü üzerine Ekşi Sözlükte bir Fenerbahçeli, mealen, “sen ağlama çocuk, biz 5-0 yenilelim” diye yazmış.
Bundan mesela üç yıl önce, “üç yıl içinde bir Fenerbahçeli, deplasmandaki bir Galatasaray galibiyetinden sonra şöyle yazacak” deseydim, beni tımarhaneye kapatırdınız. Şimdi, o günlerdeki ruh durumu içinde böyle bir mesajın ne kadar imkânsız olduğunu da, onun ne kadar imkânsız göründüğünü de hatırlamakta ve kavramakta zorluk çekiyorsanız şaşırmam —çekmiyorsanız şaşırırım.
Dikkat isterim, “futbol bu ya, bir çocuğun gözyaşlarına değmez” diyenler o günlerde de vardı elbette. Ama onlar sosyal medyada böyle mesajları paylaşamazlardı. Fenerbahçe-Galatasaray rekabetinin elektrikli ortamı buna müsait değildi. Kaldı ki derdim bir tek bu mesaj değil. Üç sezon önceki Galatasaray-Fenerbahçe maçıyla ilgili sayfaya girer ve onu önceki günün maçına dair sayfa ile kıyaslarsanız, aradaki farkı bariz bir şekilde göreceksiniz. Bu mesaiyi harcamadan da biliyorsunuz muhtemelen, Fenerbahçeliler ve Galatasaraylılar birbirlerini, üç yıl önce gördükleri gibi görmüyorlar, aralarındaki buzlar eridi bir nevi…
(Bir Beşiktaş taraftarı olarak, arada söylemeden geçmeyeyim: Sizi böyle —çocukların gözyaşlarına kıyamaz şekilde— görmek çok güzel. Bu hal çok yakışıyor hepinize. Aman bozmayın.)
Ne oldu da böyle oldu? Ne oldu da üç yıl önce maç önünde, maç sırasında, maçtan sonra birbirinin gırtlağını tereddüt etmeden sıkacak kadar elektrik yüklü olan Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarları birden ortak ajandaları olan, birbirlerine saygılı ve muhabbetli futbolseverlere dönüştüler?
Türkiye’de futbol deyince akla gelen şeyin çerçevesi değişti, Beşiktaş girdi çerçeveye.
Tekrar dikkat isterim, az çok aynı insanlardan söz ediyoruz —birileri “futbol bize göre değil” deyip sahneyi terk etmiş, yerlerine başkaları gelmiş değil. Aynı insanlar üç yıl önce, bugün kendilerinden beklenemeyecek şekilde davranıyorlardı. O kadar ki, başka türlü davranmaları hiç mümkün görünmüyordu. Fenerbahçe taraftarlığının, Galatasaray taraftarlığının niteliği, vasfı, fıtratı öyle gerektiriyor gibi görünüyordu —muhtemelen şimdi hatırlamıyorsunuz ama… Dünya durdukça, Fenerbahçe ve Galatasaray durdukça, hepsi, hep öyle hissedecekler, kimileri kendisine hâkim olacak, kimisi ise hâkim olamayıp hissiyatını davranışlarıyla teşhir edecekti.
Beşiktaş geçen yıl şampiyon olunca, bu yıl her ikisine de ciddi fark atınca, hem Galatasaraylılar ve hem de Fenerbahçeliler, bambaşka bir biçimde hissetmeye başladılar. O hissiyat da yazıp çizdiklerine, yapıp ettiklerine yansımaya başladı.
Bu kadar gevezeliği yapıyorum çünkü…
Bugün memleketin siyasi parselasyonu hakkında da benzer akıllar yürütülüyor. Sanki kalın duvarlarla birbirinden ayrılmış sosyal kesimler varmış, bir yanından bir yanına asla geçilemezmiş filan gibi… Seçmenlerin her birinin politik özleri varmış, şartlar ne olursa olsun o özler baki kalacakmış gibi… Öyle değil. Bütün politik duruşlar, diğer bütün duruşlar gibi, politik haritanın bir tezahürü. Harita değişince hepsi değişebilir.
Geçen gün verdiğim misali tekrarlayayım:
Diyelim Aziz Kocaoğlu yarın çıktı, “biz Müslüman Türkler, çağdaş medeniyet seviyesini aşmak üzere Cumhuriyeti kurduk, anlaşılan o ki aramızdan bazıları bu hedefe inanmıyor veya bu iddiaya katılmıyor, ama biz iddiamızdan vazgeçecek değiliz, AB’ye katılıp, AB ile rekabet etme iddiamız bakidir, gerekirse Erdoğan’dan bir padişah yapmak isteyenler kendi monarşilerini kurabilirler, ayrılalım” dedi… Sonra da, böyle bir manifesto ile kurulmuş bir partiye gürültüyle girdi.
Ne olur?
Arkasından sekiz on ilçe belediyesi, Aydın, Muğla belediyeleri filan da yeni kurulan partiye girdi.
Ne olur?
Boş verin Manisa’da, Balıkesir’de, Eskişehir’de, hatta Ankara’da, İstanbul’da ne olacağını, mesela Gümüşhane’de, Bayburt’ta ne olur?
Böyle kurulmuş bir parti, muhtemelen, Türkiye’nin mevcut şartlarında barajı aşıp iktidara gelemez. Ama Türkiye’nin her yanında, hemen bütün seçmenlerin ezberlerini bozar, politik duruşunu değiştirir. Mevcut siyasi partilerin hizalanışlarını da, politik parselasyonu da altüst eder.
“E, mevcut durumdan memnun değilseniz, kurun böyle bir parti” filan diyor değilim. Mevcut parselasyonu değiştirebilecek, seçmenin içinde kanaatlerini ve tutumlarını inşa ettiği çerçeveyi genişletebilecek biricik şey benim teklif ettiğim düşünce deneyi değil. Başka bir yığın şey yapılabilir.
Ve hiçbir şey yapılmıyor. Daha doğrusu yapılan her şey, seçmenin içinde tercihlerini biçimlendirdiği mevcut çerçevenin tahkim edilmesi için yapılıyor. Mevcut çerçeve mümkün biricik çerçeveymiş, siyasi çerçevenin özü böyleymiş, seçmenler de özleri doğrultusunda tutum alıyorlarmış gibi… Sonra da dönüp “gördün işte, parselasyon bizim dediğimiz gibi” deniyor. Kehanet kendisini doğruluyor yani…
2002 seçimlerinden sonra Cem Uzan’a, “AKP senin sayende kazandı” dedim. “Evet,” dedi, “ben olmasaydım DP barajı geçecekti, AKP de bu çoğunluğu sağlayamayacaktı.” Hâlbuki benim dediğim o değildi. Genç Parti 2002’de, sistemden ümitsiz olanların, “desparados”un oyunu aldı. Her toplumda “yansın bu dünya”cılar olur. Onlar bir partiye yöneldiklerinde, toplumun geniş kesimleri o partiden —çünkü onlardan— uzak durmayı tercih eder. (En azından o tarihlerde öyleydi. Şimdi anladığım kadarıyla toplumun ekseriyeti zaten “batsın bu dünya” havalarında…) Uzan’ın partisi, politik çerçevenin sınırını çizdi yani. AKP de o sayede merkezde algılandı. Öyle olmasaydı çerçevenin marjına değen bir parti olarak algılanacak, bu da merkezde ciddi tereddütlere yol açacaktı. AKP yine birinci parti çıkacaktı muhtemelen ama oy oranı ciddi ölçüde düşecekti.
Seçmenlerin özleri yok, pozisyonları var. O pozisyonlar da, mümkün seçenekler içinden, çerçevenin içinden seçiliyor. Seçenekleri seçmen yaratmaz, çerçeveyi seçmen çizmez. Siyasiler yaratır, çizer. Eğer yaratılamıyorsa, çizilemiyorsa, memlekette siyaset yapılamadığından ve yapılamadığının delili…