Çete ve Diğerleri
Biz ailecek Beşiktaşlıyız —ama daha önce söylemiş olmalıyım, ben tedavi görüyorum J.
Kardeşlerim ile ayrı şehirlerde yaşıyoruz. Ama kardeşlerimden biriyle, her Beşiktaş maçında defalarca birbirimizi arar, dakikalarca kavga ederiz. Evet, ikimiz de Beşiktaşlıyız ama kavga ederiz.
Çünkü…
Ona göre, mesela Antalyaspor Galatasaray’a karşı böyle —duruma göre, defansif veya sert veya hırslı— oynamamıştır, hakem bir önceki hafta Fenerbahçe maçında rakibin sertliğine hiç göz yummamışken şimdi kart göstermemektedir, rakip futbolcu topu çizgiden çıkarmak için böyle sakatlanmayı göze almamıştır, rakip taraftarlar bile hiçbir rakibe karşı böyle istekli değildir. Maç biter, kavgamız bitmez. Filanca yorumcu “Atiba’yı çıkarsan Beşiktaş sıradanlaşır” demekle, falanca bal gibi penaltıya “penaltı değil” demekle, öteki —güya Beşiktaşlı olanı— Beşiktaş’ın hakkını yeterince müdafaa etmemekle, aslında hep Beşiktaş’ın aleyhine çalışmaktadır. Herkes bize karşıdır vesselam.
Hatta…
Tosiç Beşiktaş’ın oyuncusu değildir, Quaresma’dan kurtulmadan olmaz, Oğuzhan ne zaman ağırlığını koyacaktır, filan. Kısacası, Beşiktaşlı oyuncular da Beşiktaş’a karşıdır. Kardeşimle her konuşmadan sonra, “galiba sadece ikimiz Beşiktaşlıyız” diye geçer içimden, şaka yollu. Ama bu espriyi hiç yapamadım, “ulan senin neren Beşiktaşlı” derse diye korkuyorum çünkü.
Benim tarzım bambaşka. Fikret Orman şöyle değil de böyle yapmalıydı, Şenol Güneş şurada müdahale etmeli, şu oyuncuyu da rotasyona katmalıydı, Quaresma’nın keyfiliği Güneş’in ona alternatif yaratmaması yüzünden, Oğuzhan iki adım önde oynasa acaba daha mı iyi olacak, ah ulan Tolga orada topa çıkılmaz mı filan diye, kendi kendime ve hep Beşiktaşlılara söylene söylene seyrederim maçları. Sahada oynayan herkesin, onları sahaya sürenlerin ve kulübü yönetenlerin benden daha az Beşiktaşlı olduğu filan gibi şeyler hiç gelmez aklıma. Kimse ile Beşiktaşlılık yarıştırmadım bugüne kadar, kendi Beşiktaşlılığımı da kimseninki ile yarıştırmam.
“Daha iyi olmak için biz ne yapmalıyız” diye bakarım, 5-0 kazanıyor olduğumuz maçta bile beğenmeyecek bir şeyler bulurum. Mesela “ya hoca, filancayı oyuna alsaydın da hem çocuk maç tecrübesi kazansaydı, hem de biz onun ne mal olduğunu görseydik, daha uygun fırsat mı olur” diye kızarım, kızacak hiçbir şey bulamazsam. Hakemlerle uğraşmam, Quaresma rakibin bileğine bastığı halde görmezden geldiği durumlar hariç. Rakip Galatarasay’a oynadığından farklı, daha çok zorluk çıkaracak şekilde oynuyorsa, kızmak ne kelime, gurur duyarım. Demek ki daha çok korkulan bir takım olmuşuz. Filan.
Kendi tarzımın yaygın ve normal bir taraftarlık tarzı olmadığını biliyorum. Kardeşiminkini —ve milyonlarca benzerini— yadırgamıyorum da, eleştirmiyorum da… Ama yaygın ve normal olandan farklı bir taraftarlık tarzım var diye, yukarıda da dediğim gibi, kendi Beşiktaşlılığımı eksik filan görüyor değilim. Bu da benim tarzımla Beşiktaşlılık.
Başkalarının “herkes Beşiktaş’a karşı” hikâyesi üzerinden Beşiktaşlılık sergilemesini yadırgamıyorum ama… Fikret Orman, Şenol Güneş gibi muktedirlerin öyle davranmasını yadırgarım. Yadırgamakla kalmam, eleştiririm. Eleştirmekle kalmam, kızarım. Orman, taraftarı gerektiğinde gaza getirmek, gerektiğinde gazını almak için, taraftarmış gibi konuşabilir. Ama onun taraftar gibi hissetme lüksü yok. “Daha iyisi olmak için biz ne yapmalıyız” diye bakmak zorunda, başkalarına rol dağıtmaya kalkamaz.
Orman düz taraftarmış gibi davranıyor filan diyor değilim. Misali Beşiktaş’tan verdim, Orman da Beşiktaş’ın başkanı, o sebeple…
Orman neden sıradan taraftar gibi davranamaz? Son derece basit bir sebebi var: Taraftarın “herkes bize karşı” algısı yanlış. Gerçeklik öyle değil —herkesin karşı olduğu herhangi bir özne yok, dolayısıyla herkes Beşiktaş’a karşı değil. Herkes herkese karşı ve herkes sadece kendi menfaatini maksimize etmeye çalışıyor. Lig o sayede var ve futbol o sayede bir mana taşıyor. Sıradan taraftarın yanlış, temelsiz, manasız bir algıyla pozisyon almasının kulübe faydası veya zararı yok. Ama böyle manasız bir tasavvurla kulübü yönetmeye kalkarsanız, o kulüp batar —tehditleri ve fırsatları yanlış değerlendirdiğiniz için.
***
Daha önce birkaç defa dedim, Erdoğan’ın ve AKP sözcülerinin dünya hakkında, Avrupa hakkında, CHP hakkında, Türkiye’nin yakın ve uzak tarihi hakkında —futbol taraftarı kıvamında— yaptıkları değerlendirmelere zaten ifrit oluyordum ama “bunu taraftarlarını gaza getirmek için söylüyorlar” diye düşünüyor, sadece ifrit olmakla kalıyordum. Sonra, bir ara, bana öyle gelmeye başladı ki, söylediklerine sahiden inanıyorlar. Sahiden inanıyorlar ki, dünyanın bütün güçleri kafa kafaya vermiş İslam’ı dünyadan nasıl kazıyacaklarını düşünüyorlar. Hatta düşünmeyi bitirmiş, ele ele vermiş, düşündüklerini uyguluyorlar. Sahiden inanıyorlar ki Erdoğan bir dünya lideri ve dünyanın bütün şer odakları —yani AKP’li olmayan herkes— işi gücü bırakmış Erdoğan’dan kurtulmaya çalışıyorlar. Filan. O saatten sonra ifrit olma eşiğini geçtim, korkmaya başladım. Ve hanidir, dehşetli korkuyorum.
Yukarıdaki uzun girişi yaptım, çünkü aidiyet duygusunun en katıksız, en naif hali olan taraftarlığı bile öyle yaşayan bir insan olduğumu bilin istedim. Ve iki farklı tutumun arasındaki farkı gösterebilmek istedim.
Ama sadece o kadar değil. Asıl derdim, bir Beşiktaş taraftarı olarak dünya nasıl görünüyor olursa olsun, aslında dünya Beşiktaşlılar ve diğerleri olarak bölünmüş değil. Çok sayıda kulübün rekabet ettiği bir lig formatına yerleştirilince, dünyanın öyle bölünemeyeceği hususunda anlaşmak herhalde o kadar zor değil. Eh, benzer şekilde dünya Türkiye (veya Müslümanlar) ve diğerleri diye bölünmüş de değil. Siz Müslümanlar ve diğerleri diye bölüyorsunuz, İran parazit yapıyor. “Biz Şia’yı Müslüman kabul etmiyoruz, kastımız Sünniler ve diğerleri” diyorsunuz, eh işte Katar’da arıza çıkıyor. Sonra anlayacağız diye kafa yormanız gerektiğinde, “bu işin bir tezgâhlayanı var ama” diye başlıyorsunuz.
Tezgâhlayan filan yok.
Olması hiç gerekmiyor. Geçen hafta Alanyaspor ile oynamıştınız, bu hafta Alanyaspor bir başkasıyla, siz de bir başka takımla oynuyorsunuz. Rakipler değişti. Aslında herkes herkese hep rakipti ve hâlâ da öyle ama şimdi, önümüzdeki maça bakıyoruz. Hepimiz. Herkes.
Dünyanın bütün yüksek gerilim hatları Suriye’de kesişti. Her birinin diğer her birine rakip olduğu yığınla özne, insanlığın faz değişim safhasında, daracık ve fazlasıyla netameli bir coğrafyada buluştu. Herhangi bir kablonun herhangi bir başkasına değmesi halinde yangın çıkabilecek şartlar var. Sayın ki hesaplar —alıştığımız gibi— her hafta her takım bir diğeriyle ve sırayla görülmüyor da, herkes sahaya girmiş. Kimin vurduğu gol olacak, gol kimin hesabına yazılacak belli değil. Bu şartlar altında bir oyun oynuyoruz.
Ve Erdoğan ve çetesi, insanlığın başına birkaç yüzyılda bir ancak gelebilecek bu karmaşıklıkta bir oyunu, biz ve diğerleri analiziyle yönetiyorlar. Biz dedikleri kim, o da pek meçhul. Galiba aslında pek de meçhul değil, kendileri gibi olan kasabalıları, bu memleketin kasabalılarını kastediyorlar.
***
Görünen o ki, herkesin kafası karıştı.
IŞİD’i filan ABD ve maşaları imal edip sahaya salmıştı, Katar da onların arkasındaydı. Suudiler de… Şimdi Suudiler Katar’ın karşısına geçti. Ama Sünni çetelerin baş destekçisi Katar İran’la… İran Katar’a destek veriyor. Biz sahada Esad’ı —ve sırf bizim canımızı yakmak için Kürtleri— desteklemesi yüzünden İran’ın karşısındayken, birden… ABD’nin Katar’da üssü var ama Trump “bakın benim sayemde çıngar çıktı” diye böbürleniyor. ABD bürokrasisi Başkanı tekzip ediyor. Hangisi ABD? Bize karşı olan kim? Arkadan kim vurdu? Bize ne bütün bu olanlardan, biz Kürtlerin defterini nasıl düreceğiz, ona bakalım. Ruslar ile İran’ın arası iyiydi, Katar konusunda Ruslar ne diyor? Durduk yerde “Şangay genişlemeli, Türkiye orada yerini almalı” diyen Rus yetkilinin derdi ne? Neden şimdi? Kürtlerin referandum kararı ne manaya geliyor? Ne sonuç verecek? Bağdat ne yapacak, ABD ve Rusya ne yapacak? İngiltere ABD’den uzaklaşıyor mu? Katar’da İngiliz menfaatleri ABD’ninkiler ile çeliştiğinden mi? Ya AB’nin durumu ne? Ya Çin? Filan.
Aslında o kadar kafa karıştıracak bir şey yok bana kalırsa. Yani yeni bir şey yok. Zaten çok daha önceden kafamız karışık olmalıydı, çünkü bölge karışık. Hiçbir kalıcı ittifak yoktu ve şimdi de yok. Kim hak ettiğinden daha çoğunu almaya kalkarsa, hisseleri düşen herkes ona çullanacak, zaten öyleydi.
Yaşadığımız şey bir faz değişimi ve her faz değişiminde olduğu gibi, mesela suyun buharlaşması sürecinde olduğu gibi, bir miktar su buharlaşırken bir miktar buhar yoğunlaşıyor, filan. Net olan biricik şey, buharlaşma miktarının yoğunlaşma miktarından yüksek olması.
***
Yukarıda “kim hak ettiğinden daha çoğunu almaya kalkarsa” dedim ya, bence anahtar terim hak etmek. Türkiye, bana kalırsa, ne alsa hak ettiğinden çoğunu almış olacak. O hale, yani hiçbir şey hak etmeyecek hale geldi. Bu minval üzere konuştuğumda, AKP’liler önce “sen de Türkiye’yi hor görüyorsun, bu bölgede Türkiye’nin tabii hakları var” filan diye efeleniyorlar. E, evet. Vardı. Burası içinde bizim yaşadığımız bölge, elbette olacak. Ama ahmakça şeyler yapıldı ve o haklar kaybedildi.
Böyle söyleyince ve itiraz edemeyecekleri misaller sıralandığında da “kolay zannediyorsun, sen olsan ne yapacaktın” diyorlar. Kolay olmadığını elbette biliyorum. Aslında aklına böyle bir soru düşenler her şeyi olduğundan çok daha kolay görüyorlar. Ben, kendi başıma kaldığımda bile “ben olsam” filan diye ahkâm kesemiyorum. Böyle bir hususta herhangi bir tek akılla iş görülür mü? Görülüyor. AKP’liler öyle konuşuyorlar ki, hani ben bir formül buluversem, hop, çete üssüne gidip reise anlatacaklar. Türkiye’nin şu konuştuğumuz karmaşıklıktaki bölgeye dair politikası ona göre şekillenecek. Filan.
Türkiye’nin zerre kadar hakkı yok, çünkü kafaları böyle çalışan bir çete tarafından yönetiliyor bu ölüm-kalım savaşı sırasında. Böyle yönetildi ve o kadar çok, o kadar büyük günah birikti ki, şimdi artık süreci yönetmek filan da rafa kalktı, hesap vermekten kurtulmaktan gayrı hiçbir dert kalmadı.
Bu arada şunu da söyleyeyim, elbette ne yapılması gerektiğini bilmiyorum, hiç bilmiyordum ama bir tek şeyi çok iyi biliyordum ve iş işten geçmiş gibi görünse de hâlâ aynı şeyi söylüyorum: Kürtleri yanına alması gerekiyordu Türkiye’nin. “Ama Kütler de şöyle yaptı, ama biz Kürtlerle işbirliği yapmayalım diye şu tezgâhlar kuruldu” filan demelerin bir manası yok. Bu laflar “ama biz gol olsun diye vurduk da hıyar rakip kaleci kurtardı” demekten daha manalı değil. Kalecinin kurtaramayacağı yere vuramıyorsanız, cehenneme kadar yolunuz var. Her yerde olabilirsiniz ama olduğunuz yerde olamazsınız. Hile, hurda, hırsızlık, yolsuzluk, her şeyi yapıp olduğunuz yerde kalırsanız? Aha işte o vakit biz Türkiye olarak herhangi bir yerde kalamayız. Kendi bölgemizi bize dar ederler.
***
Özetleyecek olursam Türkiye, dünyanın birkaç yüzyılda bir ancak girdiği çetrefilli bir savaşa, bir üçüncü dünya savaşına, dünyayı taraftar mantığıyla algılayan bir çetenin yönetiminde girdi. Gelen geçen bize gol atıp durdu. Şimdi bize bir gol daha atma sırası, anlaşılan o ki, İran’a geldi. Bizim ahmak teknik direktör, taraftarlıktan gelme, oyundan hiç anlamayan budala, kasabalı taraftar aklıyla yönettiği takım hezimete uğrayıp dururken, “ama tek vatan, tek millet, bak bayrağı da sallamıyorsun, hep senin yüzünden” filan deyip duruyor. Hain ilan edecek, hezimeti kendisine fatura edecek birilerini buldu muydu kâfi.
Yukarıda demiştim, Beşiktaşlılığımı kimseninkiyle yarıştırmam. Normal şartlarda vatanseverliğimi de… Ama bugün, bu şartlarda emniyetle söyleyebilirim ki, Arda’dan da, Rıdvan’dan da, Terim’den de, Erdoğan’dan da ve çetesindeki diğer vasıfsızlardan da daha vatanseverim. Ve vatan, bu haddini şaşırmış, kasabalı aklıyla bu büyük oyunda pozisyon almaya kalkan, kimsenin aklına ihtiyaç duymayan, kendi akıllarını yetersiz bulan herkesi hain ilan eden bu budalaların elinde olduğu için korkuyorum.
Dehşetli korkuyorum.