Cevap İstiflemek
Geçen akşam bir İngiliz televizyoncu, aramızda oturan Tahir hoca ile bir şeyler konuşuyordu. Masa kalabalıktı, benim ilgilim başka yerlere yönelikti. Meselenin İslam dünyasına dair bir şey olduğunu, hoca bana gönderme yapınca fark ettim. Tam o sırada İngiliz televizyoncu, işitmediğim sorusuyla ilişkili olarak “aptalca bir soru olabilir” diye tereddüt belirtince, Tahir hoca, “hiçbir soru aptalca değildir” dedi ve muzipçe ekledi: “Ama cevap aptalca olabilir.”
İngiliz televizyoncu İslam’ın Batı’dan bakınca görünen yüzünden başka bir yüzü daha olabileceği gibi açıklamalar yapmaya başlayınca, kendi görüşümü Tahir hocanın pasıyla özetlemeye çalıştım. Yeryüzünde bazı insanlar sorularla birlikte yaşamaya çalışırlar. Ama İslam, onu bir cevaplar istifi olarak algılayanlardan soruluyor hanidir. Daha doğrusu, İslam’ı bir cevaplar istifi olarak görenler, kendilerini İslam’ın sahibi veya —en azından— muhafızı olarak da görüyorlar.
İngiliz televizyoncuya, mesela Hıristiyanlığın da, yüzlerce yıldır, onu bir cevaplar silsilesi olarak görenlerin elinde rehin olduğunu iddia ettim. Hatta bilimin de… İş bu noktaya gelince İngiliz biraz meraklandı.
***
Olmaması gerektiği kadar çok cevabımız var ama olması gerektiği kadar sorumuz yok. Bu tespiti genç yaşımda kendim yaptım zannetmiştim. Yıllar sonra Tutunamayanlar’ı bir defa daha okuduğumda fark ettim ki, meğer Oğuz Atay’dan apartmışım.
Uzun yıllar, Türkiye’nin esas probleminin soru sormadan cevap istiflemek olduğunu düşündüm. Bir süredir, bu halin Türkiye’ye has bir şey olmadığını, bütün dünyada, insanlığın bütün tarihi boyunca, genel halin bu olduğunu düşünüyorum. İnsanoğlunun hep sorularının sayısı ile kıyaslanmayacak kadar çok cevabı oldu.
Sahici bilim adamları bilimin cevaplardan müteşekkil olmadığını, esasının sorulardan ibaret olduğunu biliyorlar. Ama bir vakittir, cevaplara tiryaki olanlar bilimi de ele geçirdiler. Bugünlerde okuyor olduğum, The Trouble of Physics’inde Smolin, bu terimlerle olmasa da, fiziğin nasıl istila altında olduğunu anlatıyor. Alt başlığındaki tabirle söyleyecek olursak, kitap, sicim teorisinin yükselişinin bir bilimin çöküşüne nasıl yol açtığını hikâye ediyor.
***
Yaşadığım onca yılda öğrendiğim bir şey varsa, o da, soru sormanın tekin olmadığıdır. Yine de, bugüne kadar hiç kimsenin mevkiini, servetini, gücünü, imkânını kıskanmadımsa da, akıl edemediğim soruları akıl edenlerin sorularını kıskandım. Mesela her bir iğde yaprağı bir diğerinden farklı olduğu halde, biz herhangi bir iğde yaprağının iğde yaprağı olduğunu nasıl biliriz sorusunu da çok kıskanmıştım. Her bir iğde yaprağı bir diğerinden neden farklıdır peki? Elektronlar neden iğde yaprağı gibi değildir, neden hepsi bir diğerinin aynıdır?
Yukarıdaki sorular benim değil, başkalarından öğrendim. Onlardan yola çıkıp kendi sorularımı sordum ama. İnsanların elektronlara benzemediği, iğde yapraklarına benzediği aşikâr. İyi olan hal bu mudur, yoksa bütün insanlar birbirinin aynı olsaydı daha mı iyi olacaktı? Üniforma giydirip insanları mekteplerde, fabrikalarda birbirine benzetmeye gayret etmek hoş bir şey midir? Değilse, yaşadığımız çağdaş sıkıntıların ne kadarı bu gayretten kaynaklanıyor olabilir? Camiler mektep gibi, fabrika gibi yerler mi olmalı, yoksa mektepler mi değişmeli?
Cemalettin N. TAŞCI