Delikanlılar
Kilis’e Katyuşa füzeleri düşüp duruyor.
Eğer nöronlarınız Soner Yalçın’ınkiler gibi bağlandıysa, Katyuşa füzelerini tasarlayan Rus mühendisin dedesinin Menşevik dünürlerinin Suriye üzerinden Fransa’ya kaçarken bir gece evlerinde konakladığı filancanın torunlarının bugünkü ortaklıklarını filan deşifre ederek… Neyse benim aklım Hakikat’e ermez.
Yok nöronlarınız Yalçın Küçük’ünkü gibi bağlandıysa (ya birinin soyadı, diğerinin adı Yalçın, var bunda bir iş), Katyuşa füzelerine adını veren Rus’un adı ile şimdi onları Kilis’in tepesine yağdırıp duran filancanın adındaki ortak hecelerden hareketle… Eh, benim naçiz aklım isim ilmi için de kısa kalır.
Benim aklım şöyle de çalışmaz: Ruslar bir uçağı ve iki pilotu kurban verdiler, böylelikle Türk uçaklarının havalanmasını imkânsızlaştırdılar, sonra da “yağdırın aslanlar Kilis’e Katyuşaları” diye… Bence öyle şeyler de olmadı.
Ama evet, biz bir Rus uçağı düşürdük. Bu yüzden uçaklarımız havalanamıyor. Uçaklarımız havalanamadığı için de, Kilis’e füze yağdırıp duranlara misilleme yapamıyoruz. Ama evet, biz Kürt fobisiyle IŞİD’e arka çıktık. Herhangi bir terör örgütü gibi IŞİD de, “yav ama Türkiye bize arka çıktıydı” filan gibi minnet duygularıyla hareket etmez.
Ortada hiçbir komplo yok. Hiçbir tezgâh yok. Başımıza gelen her şey, bizim yapıp ettiklerimizin neticesinde başımıza geliyor. Daha doğrusu memleketi yönettiklerini zanneden, memleketi uçurmakla kifayet etmeyip, elleri değmişken bütün bölgeyi, bütün İslam âlemini uçuruvermeyi de ajandalarına not eden, gündelik işlerin arasında bu basit işi de yapıvermeyi kafasına koyan heyetin yapıp ettiklerinin neticesinde…
Gazetelere el koyup, köşelerine üç tane soysuz yerleştirme işini başarınca her bir lüzumlu işi başarabileceği zannına ulaşan, memleketin kahvehane köşelerinde orta zekâlıların “bana yetki verecekler ki” diye başlayan sohbetlerde, nasılsa aksini iddia edebilecek kimse yok diye fütursuzca salladıklarını politika niyetine tatbik eden ahmaklar güruhu hiç oralı değil ama Kilis’e füzeler düşüp duruyor. Kilisliler ölüp duruyor. Gerçi vali de risk altında ama o her sabah evden abdest alıp çıkıyor.
***
Adam sevgilisini dövüyor, “Cumhurbaşkanımıza hakaret etti” diye mazeret beyan ediyor. Velet hakemi öldürmeye teşebbüs ediyor, “Cumhurbaşkanımıza hakaret etti” diye müdafaa yapıyor. Lazistan’ın polis memurları da —kendileri de Laz olduklarından mı, yoksa Lazistan’da ikamet ede ede Lazlaştıklarından mı meçhul— “yüzünü örtmen gereksiz, vatan haini değilsin” diyor.
Vatan ne? Haini kim? Kim karar veriyor? Bana kalırsa mesela, o akıllarla maç seyretmeye giden de, ona “gülümse, vatan haini değilsin” diyen mahlûkat da vatan haini. Vatanı, içinde futbol oynanmaz, seyredilmez, yaşanmaz hale getiriyorlar. Onlardı aklı ermez bir çocuğu dolduruşa getirip Hrant Dink’i ensesinden vurduranlar. Onlardı bir garip Afganlı mülteciye —elbette büsbütün müdafaasızken— kudret gösterisinde bulunup ölümüne sebep olanlar. Onlar, Çarşı’nın “kaskını çıkar, copunu bırak, delikanlı kim bakalım” diye seslendiği ama elbette kasksız ve copsuzken süt dökmüş kediden farksız olup, kaskını giyip copunu eline aldığında aslanlaşıverenler…
Daha önce dedim, elbette bu vatanı, vatanın bu halini çok sevmek zorundalar, çünkü bu akıllarla, bu ahlakla, dünyanın neresinde olsalar aç kalırlar. Vatan bu halde olmalı ki, bu itibara sahip olsunlar.
Vatan, sadece kaskını giyip copu eline aldığında her şeyi doğrultuvermeye, vatan hainlerini teşhis edivermeye hiç yüksünmeyen beyinsizler sayesinde bu halde değil. Cüppesini giydiğinde, karşısına gelen müdafaasız insanlara her istediğini yapabileceğini, kimsenin hesap soramayacağını birden idrak ediveren soysuzlar, kırmızı plakalı aracına bindiğinde trafik ışıklarının bile hükmü olmadığını fark ediverdiğinde, aklına —yani akıl saydığı şeyine— geliveren her şeyi tatbik etmeye teşne oluveren hadsizler sayesinde bu halde. Yani kudretin zerresini ele geçiriverdiğinde artık hesap verme mesuliyetinden tamamen kurtulanlar sayesinde…
***
Mesele eğer herkesin kendisini denetlemesiyle, herkesin kendi haddini bilmesiyle çözülecek olsaydı, insanlık, bugünkü seviyeye binlerce yıl önce yükselirdi. Çünkü insanların kendilerini sınırlaması gerektiği fikri çok eski bir fikir. Ama meselenin öyle çözülemeyeceği de çoktandır biliniyor. Bu yüzden, tercihan kendisini denetlemesi beklenen ama denetlemeyebileceği de peşinen kabul edilmiş olan, irili ufaklı her otoritenin başka otoriteler tarafından denetlenmesi gerekmiş.
Daron Acemoğlu “devletin büyüklüğünü değil, şümulünü konuşalım” derken, bence, aslında şunu demek istiyor: Birbirini karşılıklı olarak denetleyen unsurlardan zuhur eden bir üst organizasyon olarak mı devlet, yoksa yukarıda tasarlanmış, kerameti kendinden menkul, kimin eline geçerse onun keyfine göre hakaret, vatan, ihanet tanımlarının yapılabildiği bir karton organizasyon olarak mı?
Türkiye Cumhuriyeti devleti, ikinci türden bir karton organizasyondu. Öyle tesis edilmişti. Ama iyi kötü, evrensel değerlerle irtibatı varmış gibi görünen öznelerin elinde kaldı genellikle. Şimdi devlet aynı pespayelikte… Ve fakat, durum eskisinden çok daha acıklı. Çünkü bu defa, kendilerine kahvehane işlettirilmeyecek, olsa olsa kahvehanede memleket kurtarma seansları yapmasına izin verilecek bir güruhun elinde… Devletten de daha pespaye bir güruhun…
Sonra başımıza Katyuşa füzeleri düşüyor. Vali abdestsiz çıkmıyor evden. Ankara’dakilerin abdest alması da şart değil. Kilis çok uzak.
Memleket de böyle yönetilmiş oluyor.
Yerseniz.
Gidişat içinize sinmiyor mu? Kabahatli sizsinizdir. Mutlaka vatana ihanet sayılacak bir iş işlemişsinizdir de Kilis’e ondan füze düşüp duruyordur. Veya şöyle diyelim, siz her ne iş işlemişseniz, o işi vatana ihanet olarak yeniden tarif edeceğiz ve füzelerden siz suçlu olacaksınız. Memleketi uçuruvermiş olan seçkin zevatın hiçbir mesuliyeti hiç olmayacak.