Doğu Karadenizli ve Konyalı
Akşam’da yazarken yazmıştım, yaşayan en büyük matematikçilerden V. I. Arnold’un, Fransa’da bir süre ders verdikten sonra, dünyaya Lagrange ve Laplace’ı, Cauchy ve Poincare’i hediye etmiş olan Fransa’da matematiğin bugünkü fukaralığına içi acımış. Hocası I. G. Petrovskii’nin açıklaması aklına gelmiş: Hakiki matematikçiler çeteleşmezler. Ancak zayıflar, hayatta kalmak için, çeteleşmek zorundadırlar.
Çeteleşmek, yani, sosyal bir problemi çözüyor. Vasıflı insanların bulunduğu bir ortamda vasıfsızların hayatta kalabilmesini sağlıyor.
Türkiye Cumhuriyeti, daha kurulduğu andan bu yana, çetelerin birinin elinden bir diğerinin eline geçiyor. Çeteler birbirlerinden çok farklıymış gibi görünüyorlar. Mesela Ulusalcılar ve sosyalistler, eğer kendilerine sorarsanız, birbirlerinden farklılar. Milliyetçiler hepsinden farklı. Eh, şimdi kudreti tekellerine geliştirmiş olanlar, diğer hepsinden de farklı. Ama hepsinin ortak bir paydaları var: Hepsi birer çete. Bu sayede, olanca vasıfsızlıklarıyla gazetemsi şeyler yapıyorlar, profesör unvanı alıyorlar, rektörlük koltuğuna oturuyorlar, iş adamına sayılıyorlar, ve saire…
Hiçbirinin yaptığı hiçbir şey, uluslararası standartlarda beş para etmiyor. Zaten hiçbiri de kendisini uluslararası normlarla değerlendirmeye yanaşmıyorlar. “Falanca mebus olduktan sonra ben niye olmayayım” sorusu her biri için kâfi. Mebus kelimesinin yerine gazeteci, ressam, profesör, reklamcı veya aklınıza ne geliyorsa her hangi birini koyabilirsiniz.
O kadarla da kalmıyor. Aynı cümlede mebus kelimesi yerine tesisatçı, berber, tornacı koysanız da oluyor. Çünkü memlekette hiçbir şey layığıyla yapılmıyor. Herhangi bir işin layığıyla yapılmasını talep etmeye kalksanız, mesela oturduğunuz kafede garsonun zamanında ve doğru dürüst servis vermediği durumda itiraz etseniz, sadece kafenin diğer çalışanlarından değil, diğer müşterilerden de zılgıt yemeniz işten bile değil. Memlekette en affedilmez günahların başında geliyor, işlerin doğu dürüst yapılmasını istemek.
Hal böyle olunca, gazeteciler berbat yemeklere, aşçılar berbat bankacılık hizmetlerine, bankacılar çocukları için berbat eğitim hizmetlerine, eğitimciler de berbat gazetelere mahkûm kalıyor.
***
Düzenli olarak yapılan uluslararası anketler var. Bu anketlerden anlaşıldığı kadarıyla, Batı Avrupa, ABD ve Japonya gibi ülkelerde insanlar kurumlara, diğer ülkelerin insanlarının kendi kurumlarına duyduğundan daha çok güven duyuyor. Anlaşılmaz şey yok. Ama asıl mühimi, tanımadıkları insanlara da, mesela size, bana da bizim duyduğumuzdan daha çok güven duyuyorlar.
Haksızlar mı? Adam bir restorana girdiğinde, aşçının işini doğru dürüst yaptığından emin. Garson diğer garsonlarla dedikodu yapmak için adamın siparişini bekletmeyecek ve saire…
Zenginlik dediğiniz şey, bir yığın sebeple insanların birbirine duyduğu güvenin bir türevi. Diğer her şeyi bir yana bırakalım. Herkesin diğer herkesten aldığı hizmetin kalitesinde bir birim artış olduğunda, hiçbir ekstra harcamaya ihtiyaç kalmadan herkes zenginleşir.
***
Türkiye’de sosyal gerilimler, vasıfsız bir grubun çeteleşerek başka vasıfsızlar çetelerine karşı verdikleri mücadeleden ibaret. Bu hususta, benim bildiğim kadarıyla, en verimli çeteleşmelerden biri Doğu Karadenizliler tarafından teşkil edilmişti. Bir başkası da Kürtler tarafından… Mesela ANAP’ın ve RP’nin en alakasız il başkanları bile Doğu Karadenizli, kalanları da Kürt idiler. CHP’de de Kürtler ağırlıktaydı.
Doğu Karadenizliler sonunda Köşke çıktılar. Başbakanlığa ise bir Konyalı geldi.
Mesele şurada: Yine benim bildiğim kadarıyla, Konyalılar kendilerinden olmayanlara en az güven duyanlar arasında yer alıyor.