Easy
Geçende, Netflix dizilerinden Easy adlı bir diziyi seyrettim. Dünkü uzun girişe, bu diziden söz etmek için ihtiyaç duydum.
Chicago’da yaşayan, çoğunluğu orta sınıfa mensup, şehirli —tam da benim şehirli/kasabalı dikotomimde kastettiğim manada şehirli— bir takım insanların etrafında şekillenen, birbirinden bağımsız, sıradan olaylar…
Sıradan insanlar, sıradan olaylar. Kahramanlar yok, anti-kahramanlar yok. “Olacak olan” neyse onun olması için gereken olaylar cımbızla seçilip arka arkaya sıralanmış değil. Yani ileride bir yerlerde ateşleneceği için silah, önceden, uygun bir biçimde gösterilmiş filan değil. Birbiri ile alakasız şeyler, birbirlerine teğet geçen insanların hayatında gerçekleşiyor ve her bir insan, o sıradan, kendi başına çok da manalı görünmeyen şeylerden etkilenerek biçimleniyorlar —hepimize hep olduğu gibi. Bir netice kast edilmiş de sonra adım adım gerçekleşmiş değil yani. Olabilir olanların arasından bir şeyler oluyor ve sonrası ona göre şekilleniyor.
Diyaloglar yarım yamalak, bölük pörçük. Günlük hayatta aşina olduğumuz, kendimizin katıldığı türden… Hiçbir şey neticelenmiyor, hiçbir şey hakkında hüküm tamamlanmıyor. Bölümler bitiyor, birçok karakter “bizim” hayatımızdan ebediyen çıkıp gidiyor ama hissediyoruz ki kendisi için her şey hep “devam ediyor”. Dizinin herhangi bir bölümü bittiğinde, birilerinin hayatında bir şeylerin değiştiğini, ama o hayatın bir yığın olabilirliği içinde barındırarak akıp gidiyor olduğunu biliyoruz.
***
Gençken kız kardeşime Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi, bir ödev olarak verilmişti. O da ödevini yapmadan önce benimle kitap hakkında konuşmak istemişti. Kitabı okumamıştım. “Okuyayım” dedim. Yanlış hatırlamıyorsam “bu kapıdan geçtikten sonra her şeyin değişeceğini, bir daha asla aynı insan olamayacağını biliyordu” filan gibi cafcaflı bir cümleyle başlıyordu. Sonra da benzer bir dünya tasavvuru ile devam ediyordu. “Okuyamayacağım canım, yardımcı olamayacağım, bağışla” dedim. Neden olduğunu sordu.
“Bir defa,” dedim, “öyle geçince her şeyin aniden değiştiği kapılar yok. Hayat sayısız ufak —hissedilmeyecek kadar ufak— darbeyle ağır ağır biçimlenen bir şey. Hepimiz için ve genellikle öyle. İkincisi, diyelim öyle kapılar var. Nadiren öyle kapılardan geçtiği de olur kimisinin ama geçmeden önce bilemez insan. Olsa olsa geçtikten sonra fark eder. Ve nihayet, insan geçmeden önce öyle bir kapıdan geçiyor olduğunu bilse… Geçmez.”
Bir yanlış anlaşılma olmasın, insanlar gerçeklikle alakalı olmayan kurgular yazabilirler. Besbelli ki birileri tam da onları istiyor “dünyanın kuralları olduğu gibi değil de şöyle olsaydı” gibi kurgular üzerinden zihin jimnastiği yapmak birilerinin hoşuna gidiyor. Ben onlardan değilim. Mevcut kuralların zaten kâfi renklilikte olabilirlikler için uygun olduğunu düşünüyorum. Çok zengin bir dünyada yaşıyor olduğumuzu düşünüyorum. Olabilir olanlar üzerinde kafa yormak bana daha cazip geliyor.
***
Bu hatırayı neden hatırladım? Easy dizisinde, tam da kastettiğim türden küçük, manasız ölçüde küçük parçacıkların sürekli bombardımanı altında şekillenen hayatlar, her birimizin manasız derecede küçük hayatlarını andıran hayatlar var. Ama asıl mühimi, tam da benim sinemadan şikâyet ederken itiraz ettiğim türden form dayatmaları yok.
Sadece sinema dili de değil meselem. Bir yandan da deyip duruyorum ki, büyük ölçekli öznelerin, hükümetlerin, kilisenin, gizli servislerin, şunun bunun biçimlendirdiği bir dünya değil içinde yaşadığımız. Aksine, küçük insanların tercihlerinden —teknolojinin yarattığı imkânları zamanın ruhuna uygun bir biçimde değerlendiren küçük insanların ürettiği seçenekler arasından yaptıkları tercihlerden— zuhur eden bir dünyada yaşıyoruz.
Easy’de bütün bunlar tam da böyle. Yani bir zamanlar “bir film yapsam da sinema formunun beni rahatsız eden özellikleriyle malul olmasa” dediğim şeyi yapmışlar. Tam da tarihi biçimlendirdiğini söylediğim küçük insanların hayatları üzerinden… Odaksız, daha doğrusu çok odaklı —insan sayısı kadar odak sayısı olan— bir dünya anlatılmış.
Ortaya ne çıkmış?
Olağanüstü iç bulandırıcı, rahatsız edici bir şey çıkmış. İlk birkaç bölümü, kendimi resmen durmadan dayak yiyen bir boksör gibi hissederek seyrettim. Sonra kalktım, dizi hakkında neler denmiş, baktım. Ekşi Sözlük’te bir girdi dikkatimi çekti, bir yerinde “daha 18 yaşında olan biri ile 40 yaşına gelmiş biri oturup diziyi beraber izlese çok farklı şeyler görürler” denmiş.
Dizinin kalanını, bir yandan diziyi izleyerek, bir yandan da diziyi izleyen beni izleyerek izledim.
Tuhaftı.
“Dünya böyle” dediğim ne varsa, çırılçıplak, hiç süslenmeden, olduğu gibi önümdeydi. Ve onu öyle görmek hiç de hoş bir tecrübe değildi. Dizideki sıradan insanlar, sıradan kararlar vermek zorundaydılar —hepimiz gibi. Sinemada genellikle olduğunun aksine, öyle düşünüp taşınacak, gerekli malumatı derleyecek vakitleri olmuyordu mesela. Tereddüt ediyorlardı. Kapris yapıyorlar, kusursuz bilgiye sahip olmadan bir karar veriyorlardı. Öyle olunca da… Dünyanın ne kadar muazzam ölçüde risk barındırdığını görüyordunuz. Öyle sinemadaki gibi, savaşa yol açabilecek türden riskler değil. Pekâlâ yürüyüp giden bir evliliğin tarumar olması veya birinin işsiz kalması filan gibi…
Biçimsiz çizimlerle bir tür çizgi roman yapmış ve yayınlamış biri var birkaç bölümde mesela. Çizimlerinin kalitesi ve/veya kurgusunun sürükleyiciliği yüzünden değil ama karısıyla yaşadığı mahremi afişe ettiği için ilgi gördüğünü tahmin edebileceğimiz bir “sanatçı”. Karısı onu bu yüzden terk etmiş, acı çekiyor. Siz bu arada “mahremin sınırları nerede” filan gibi derin düşüncelere gark olacak filan gibiyken, sanatçıyla okuru buluşturan bir faaliyette bir genç kız “düşürüyor” artık orta yaşa gelmiş adam. Genç kız adamla geçirdiği gecenin sabahında adamdan habersiz çektiği fotoğraflarla “sanat” yapıyor. “Sanat nedir” filan diye düşünmeye de fırsatınız olmuyor. Çünkü adam “ama bu mahrem” diye isyan ediyor. Bu defa da “kendi yaptığı şeyin simetriği ile yüzleşememe” halinin karşısında buluyorsunuz kendinizi. Ve hiçbir “derin” hususta oyalanmanıza izin veremeyecek kadar hızlı akıyor her şey. Her şey, aslında olduğu gibi, hep yüzeyde. Hep kabukta. Bütün bu yaşananların kitabının yeni baskısının satışını artırabileceğini fark ettiğinde… Adamın tutumu anında değişiyor. Değişmeli mi? Değişmeli gibi görünüyor. Olması gerekeni değil, olanı, olabilir olanı izliyorsunuz.
İzlerseniz benim hissettiklerimi hisseder misiniz, bilemem. Hissettiklerimi kısmen de olsa hissettirebildim mi, onu da bilemem. Ama ilk birkaç bölümden sonra, nispeten daha az sancı çekerek izledim diziyi. Muhtemelen diziyi izleyen kendimi de izlediğim için… Zannediyorum bu sayede, meselenin dünyada olmadığını, bende olduğunu fark ettim. Benim sinema ile ilgili alışkanlıklarımda… Aslında dünyanın, dizide önüme serilen gibi olduğunu, öyle olmasının iyi olduğunu söyleyip duruyordum. Ama dünyayı öyle, olduğu gibi sergilemeyi sinemadan beklemiyormuşum gibi geldi.
***
Dizideki hayat kesitleri, tam da şehirli orta sınıfın karakteristik özelliklerini sergiliyor. Büyük anlatıları yok. Büyük anlatılara ayıracak vakitleri yok. Ama hemen herkesin, şu veya bu biçimde, “başkaları için” yaptıkları şeyler var. Bila bedel… Karşılıksız… Hemen herkesin kendi çevresini “güzelleştirmek” için hassas olduğu —odasından, giyiminden, bahçesinden ve saireden— hissediliyor. Herkes kendi hayatına kendi damgasını vurmuş. Ama bunu da bağıra çağıra yapmıyor. Kimsenin daha da çok para kazanmak gibi takıntıları yok. Çoğunluk, ufak tefek, geçici işlerle hayatını sürdürüyor. Ebediyen süreceğine inandıkları bir düzenin bir parçası olduklarını varsaydıkları görülüyor.
Ve cinsellik… Hep orada ama hiç merkezde değil. Neredeyse kimsenin cinselliği “normal” de değil.
Bu dünya bizim bildiğimiz dünya değil.