Ebedi Olanın Sonu

Netflix’te geçen yıl gösterime girmiş Nothing Lasts Forever adlı bir belgesele denk geldim. Elmas endüstrisinin yaslandığı yalanlar ve baş etmeye çalıştığı gerçekler hakkında bir belgesel.

Elmasın ne menem bir şey olduğunu bilmiyor değildim. Kimyasal olarak da, nasıl pazarlandığı hakkında da az çok bilgi sahibiydim yani. Bir yandan da çok erken yaşlarımdan beri, “neden sentetik olarak üretilmez ki” diye düşünür dururdum. Meğer üretiliyormuş, son yıllarda özellikle Çin’de büyük miktarlarda üretilmeye başlamış. Piyasa, daha doğrusu piyasanın “sahibi” De Beers ve onun imal ettiği hikâyeye yanlayıp kurulmuş olan imparatorluklar zorda kalmışlar.

Belgesel özellikle şu meşhur post-truth mevzuu hakkında ve dolayısıyla yaşadığımız günlerin kimyası hakkında çok şey söylüyor.

Belgeselde De Beers’in tepesindeki adam da, Rapaport da konuşuyorlar. Elmasın ne kadar mühim olduğunu, özellikle Rapaport, son derece kendinden emin bir edayla, bize anlatıyor. Aile bağları, aşk, erkeğin kadına verdiği değer filan derken, sentetik elmasın muazzam bir tehdit olduğuna inanmamanız müşkül. Dünya berbat bir yere doğru gidiyor. Şu Y kuşağı söz temsili, eşlerine verdiği değeri nasıl gösterecek? Sosyal cinsiyet rollerinin eşitlenmesi de cabası! Bir de… Şu “kullan at” kültürü, bizi yıkıma götürüyor.

Belgeselde bir de doğal elmas ile sentetik olanı birbirinden tefrik etmekle iştigal eden biri var, mevzuun kalanı bambaşka bir seyir izlerken, mesela De Beers bile sentetik elmas pazarlamaya başlamışken, o son ana kadar “doğal olanı sentetik olandan ayırt etmeye” uğraşıyor. Son adımda, doğal olandan ayırt edilemeyecek sentetik elması üretmek üzere Çin’e gidene kadar… Kendi hikâyeme çok benzettiğim o adamın hikâyesi de ibretlik de, bugünkü mevzuum o değil.

Belgeselin en can alıcı “kişisi”, Aja Raden adlı bir kadın —kendi ifadesiyle belgeseldeki biricik kadın. Dobra mı dobra. Rapaport mesela, sentetik elmas üreticileri için “elmas hayalini çalıyorlar, elması özüne kadar eritirlerse, aşkın simgesi olarak elmas satın alma fikrini yok etmiş olurlar” türünden, NYT veya Hollywood tarzı kocaman laflar ederken Raden, “elmas bir yalan” diyor, “sentetik elmas, yalanın yalanı.”

Esasen bize “post-truth” diye kötülenip duran şeylerin birçoğu, mesela Trump’ın “Make America Great Again”in cümle bileşenleri veya Erdoğan’ın “Türkiye Yüzyılı”, TOGG’u, doğal gazı, petrolü ve daha ne varsa hepsi, gerçekten de sentetik elmas gibi şeyler. Hepsi yalanın yalanı. Hepsi son derece “ucuz”. Hepsi, arkada yüz yıldır parlatılarak satılmış devasa yalanların yalanı olmak sayesinde pazar bulabiliyorlar.

Belgeselden söz etmek istedim, çünkü belgeseli izlerken “gerçek” insanları, onların yüz ifadelerini, bedenlerinin duruşlarını görüyor, kullandıkları kelimeleri işitiyorsunuz.

Ne olmuş?

Kadının evleneceği erkeğin kendisine ve çocuklarına bakabilecek kadar güçlü olduğunu test edebileceği imkânlar daralmış. Daha doğrusu “güç” kavramının muhtevası kaymış. O safhada biri çıkıp, “bakın bugün erkeğin test edilmesi gereken gücü iktisadi güçten ibarettir, onu test etmenin en kestirme yolu da, esasen son derece değersiz olan bir şeye sizin için yüksek fiyat ödeyebilmesidir” demiş kadınlara. Sonra da “erkeklerin o son derece değersiz şeyi düşük fiyata edinemeyeceğinin garantisi benim” diye eklemiş. Elbette bu “hikâye”yi pazarlamak için —bazen dâhice fikirler de üreterek— ne gerekiyorsa yapmış.

Buraya kadarını biliyorduk.

Sonra sahneye hikâye bozucular çıkmış. “Endüstri”nin, yani her yıl uygun miktarda yalanı piyasaya sürerek değersiz şeyi değerli tutmayı sürdürmüş olanların huzuru kaçmış. De Beers arada, doğal elmas ile sentetik olanı ayırt ettiği iddia edilen bir “kutu” ürettirmiş ve dağıtmış. Esasen böyle bir işi becermeyen kutunun fonksiyonu ne? Müşterinin elmas hikâyesine inancının sarsılmasına mani olmak. “Tamam, piyasaya bizim kontrolümüz dışında da taşlar giriyor ama hâlâ ciddi bir gelirimiz var, elimizde kalanı bari koruyalım”.

Neyse, insanlara gelirsek…

Elmas endüstrisinin Botswana’ya nasıl muazzam katkıları olduğunu söyleyen De Beers yetkilisi, Afrikalıların esasen çevreci olduklarının da altını çizmeden geçmiyor mesela. Rapaport daha önce de değindiğim gibi, değerlerden, insan ilişkilerinden, hep “yüce” şeylerden söz ediyor. Anlıyoruz ki sadece konuşuyor değiller, toplanıyorlar, sertifikasyon sistemleri kuruyorlar. O toplantılarda gördüğümüz insanlar ile Çin’de elmas sentezleyen işçiler, Hindistan’da elmas tıraşlayanlar arasında olağanüstü fark var.

Ama işaret etmek istediğim o da değil.

Memlekette de bu “post-truth” geyiği pek tuttu, malumunuz. “Ay ama eski günler ne güzeldi, şimdi post-truth” diye hayıflananlar, yani siz, ben, bizim gibiler, bizim gibilerin arasında yaşı müsait olanlar… Kadınları erkeklerinden pırlanta talep etti mi? Etti. Erkekleri —gönüllü veya gönülsüz— gücünün yettiği en gösterişli taşı eşine aldı mı? Aldı. Türkiye’de satılmış elmasların sahiplerine bakalım, çoğu emperyalizme, kapitalizme de söven, “üretim de üretim” diye dellenen insanlar çıkacaktır. De Beers gibi bir firmanın “değersiz taşın düşük fiyatla edinilmemesinin garantisi benim” dediği ortamda, yüz yıl gibi bir süre içinde sadece bu garantörlük üzerinden milyarlarca dolar servet inşa etmesine katkı yapanlar, Rapaport gibi adamların imparatorluklar kurmasına yardımcı olanlar da aynı insanlar. Tepeden tırnağa yalan olan bir hikâyeye inanmış insanlar.

Tepeden tırnağa yalan mı peki?

Değil. Elmasın vaadi, kadına erkeğin kendisine ve çocuklarına bakabilecek ekonomik güce sahip olduğunu belgelemekti. O işi yaptı. O işi yaparken manasız servetler birikmesi, mesela Hindistan’da akla gelmeyecek istihdam alanlarının açılması filan gibi sayısız yan ürünü oldu —Botswana’da bilmem kaç bin kilometrelik yol da varmış yan ürünlerin arasında. Yan ürünlerinden biri de, kadınların elmas taleplerini yerine getirebilen ve getiremeyen erkekler arasına bir sınır çizdi. Sınır, truth ile post-truth arasında değil yani. Bir kesim kendi yalanını evrensel kılmaya çalıştı, o yalanın evrensel olduğuna inandı. Bu halden zarar görenler de kendi yalanlarını imal etmeye çalışıyorlar.

Son derece net bir biçimde görüyoruz ki, değeri “yaratan” şey, mutabakattır. Kendi arasında elmasın değeri ve “manası” hakkında mutabık kalmış bir kesim var. Kendileri dışındakilerle mutabık kalmak, kendilerine benzemeyenlerle nerede mutabık kalınabileceğini araştırmak, müzakere etmek derdinde değiller. Kendilerinden olmayanlar, onların kendileri arasındaki mutabakata riayet etsinler diye ayak diriyorlar. O ayak diremeyi ve ayak direyenlerin nasıl gülünç duruma düştüklerini, belgeselde görüyorsunuz.

Yapanların ellerine sağlık.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin