Ebubekir ve Ömer

Rivayete göre Ebubekir Ömer için “uzak emelleri var” demiş. Ömer bunu işitmiş, Muhammed’e gidip şikâyet etmiş. O da ikisini yüzleştirmek için Ebu Bekir’i çağırmış. Ebu Bekir iddiasını tekrarlayınca Ömer, “bunu bana nasıl söylersin, ben gece yattığımda sabahı hesap etmem” diye sitem etmiş. Muhammed bunun üzerine, “ne diyeceksin bakalım” gibilerden kendisine dönünce Ebubekir, “ben,” demiş, “şu aldığım nefesi verip veremeyeceğimi bilmem”.

Olmuş mudur böyle bir şey? Hiç bilemeyiz. Olmuş olabileceğine dair bir takım deliller getirir birileri, olmuş olamayacağına dair bir takım deliller getirir öteki. Asla neticelenmeyecek bir tartışmayı sürdürebiliriz ama. Bu tür bir tartışma vesilesiyle öğreneceklerimiz, tartışma sırasında duyacağımız haz, tartışmaya katılmanın bize sağlayacağı sosyal statü filan gibi yan ürünler tartışmayı sürdürmenin maliyetini ödüyorsa ne ala. Aksi halde…

Eh, memlekette kendilerine İslam âlimi denmesini isteyenler, böyle mevzular üzerinden bir kazanç elde etme telaşında idiler. Şimdikiler kedicikler, jetskiler, asansörler, yorganlar ve saire… Zavallılar. Zavallı bizler.

***

Olmuş mudur yukarıda özetlediğime benzer bir hadise?

Olmuşsa mühim. İslam denen şeyin, uzak emellere pek de hoş bakmadığını söylüyor çünkü. “Ben Müslümanım” diyene bir istikamet veriyor. “Uzak emellerin olmasın” diyor. Bunu da, kendisine özenilmesi gereken, örnek alınan insanlar üzerinden, onları yarıştırarak söylüyor. Ve diyor ki, sekiz-on saat bile uzak.

Olmamışsa? Yine mühim. Demek ki insanın uzak emelleri olmasının İslam açısından hoş bir şey olmadığına hükmetmiş olan birileri, Müslümanları terbiye etmek için böyle bir hikâye uydurmuş.

(Uydurulmuş milyonlarca menkıbe var. Kimileri yaşıyor, kimileri unutulup gitmiş. Sıradan dindarlar kutsal kitapların ne dediğini bilmezler. Bilseler, kitabın dediğinin ne manaya çekilmesi gerektiğine karar veremezler. Ama menkıbeleri bilirler. Museviliği bilmem ama Hıristiyanlık için de İslam için de böyle bu iş. “Herkes kendi kitabını kendi dilinden okusun da cehalet ortadan kalksın, işi aslından öğrenelim” filan gibi, çok mantıklı görünen ve kimsenin aksini iddia edemediği safsata, Protestanlığın icadı. Lakin Protestanlık da kitap sayesinde değil, menkıbeler sayesinde yaşıyor.)

Yani İslam, ya orijinal olarak veya onun üzerine kafa yormuş insanların bir icatla İslam’a yaptıkları bir eklenti vasıtasıyla, uzak emelli olmaya karşı. Eh, bu memleketin nüfusunun en azından yarısı da, diğer tarafta kalanlara bakılırsa, siyasi tercihlerini bile İslam’a yaslanarak yapıyor. Bu verilere yaslanarak ne beklememiz gerekiyor? Ahali uzak emelli olmasın. Uzak emelli olanlardan da hoşlanmasın.

Öyle mi oluyor?

Erdoğan mesela uzak emelli biri değil de o yüzden mi memleketin Müslümanlarının gözdesi? Erdoğan’ın sahnedeki aktörler arasında en uzak emelli olanı olduğuna dair sayısız misal verebiliriz. En azından öyleymiş gibi görünmek istediğine dair. 2023 bir süre sonra kesmez oldu, 2071’in ne kadar kestiği de meçhul.

***

Uzak emelli olmayı hoş karşılamayan bir toplum, bu hoş karşılamazlığı dini bir kılıf içinde satın almış olan insanlardan müteşekkil bir toplum, uzak emeli bir adamın peşinden sürükleniyor. Karşısındakiler “nasıl rekabet edeceksin arkadaş, adam insanların dinlerini istismar ediyor” filan diye mazeret üretiyorlar.

Uzak emellilik ve dinin ona bakışı sadece bir misal. Ben size, Erdoğan’ın dini ile ahalinin dininin aynı din olmadığına dair sayısız misal verebilirim. Yine de Erdoğan kazanıyor ve evet, dini motifleri de kullanıyor.

Nasıl olup da sürüyor bu manasızlık?

En azından iki mesele var.

Birincisi, Erdoğan’ın dini ile hasımlarının dini, özünde aynı. Her ikisi de Aydınlanmacı. Erdoğan Aydınlanmacı ezberlerle iş görüyor ve gördüğü işin İslam’ın zaferinin yolunu açtığını hayal ediyor —eğer bir nebze samimiyeti varsa. Diğerleri aynı itikada sahip olup benzer ibadetleri yaparak, başka bir menzile ulaşmayı hayal ediyorlar. Her ikisi de, tam birer Aydınlanmacı olarak, kişiyi tarif eden değişkenin ulaşılmak istenen menzil olduğunu, niyet olduğunu varsayıyorlar. Hâlbuki medeniyetleri birbirinden ayıran husus niyetleri değil, metotları. İslam ve Hıristiyanlığın niyetleri aynı —Müslümanlara ve Hıristiyanlara sorun, kendi niyetlerini döksünler ortaya. Onları birbirinden ayıran, metotları.

İkinci mesele ise şu: Cumhuriyet, 1915’te neler olduğunu, memleketin Güneydoğusunda başka bir anadili olan bir nüfus yaşadığını ve benzeri —bilmemizden hoşlanmadığı— şeyleri öğrenmemize mani olarak büyüttü/büyütüyor bizi. Biz bilmezsek, o gerçeklikler de mevcut olmaktan vazgeçecekler gibi… İslam da bilinmemesi gereken şeylerden biri. Cumhuriyet, üniversitelerinde, İslam bilmeyenlere sosyoloji öğretiyor mesela. Bunu da marifetmiş gibi yapıyor. İslam’ı bilmeden memleketin sosyolojisi hakkında doğru dürüst bir kanaat üretilebilirmiş gibi… Ne oluyor sonra? İslam’ı sahiden bilmeyen sosyoloji mezunları memleket hakkında hüküm vermekten imtina ediyorlar mı? “Yahu dinini bilmediğimiz bir toplum hakkında hüküm vermeye kalkmak, olacak iş mi” diyorlar mı? Demiyorlar. Bir takım laflar ediyorlar. Siyasetçisi de bir takım işler işliyor. O laflar laf değil, o siyaset de işte bu kadar oluyor. (Fransa’da mesela, bu memleketin inançsız görünen aydınlarından çok daha fazla sayıda ve inançsızlığı çok daha derin bir yığın aydın yaşadı/yaşıyor. Hemen hepsi de toplumlarının dinini dibine kadar biliyorlardı. İnanmamak başka, bilmemeyi marifet saymak başka.)

***

Varacağınız menzili seçemezsiniz. Sadece gideceğiniz yolu seçebilirsiniz. Ömer ve Ebubekir arasındaki anlaşmazlığı mevzu eden kıssanın yaslandığı bilgelik, bu kadar basit bir gerçeklikten mülhem. Geçende verdiğim —ve hep veregeldiğim— Kızılırmak misalini tekrarlayayım: Su akarken nereye varacağını hesaplayamaz. Her an, o andaki mevcut seçenekleri arasından, en düşük enerji seviyesini sağlayana yönelir. Bütün topografyayı analiz edip “en kestirme yolu” bulmak manasız bir şey. Hepimizin varacağı nokta ölüm. Kızılırmak da tatlı suyunu Karadeniz’in tuzlu suyuna karıştırıp heder edecek.

Varacağınız menzili seçemezsiniz ama gideceğiniz yolu seçebilirsiniz. Her an yeniden… Zaten de varmayı hayal ettiğiniz menzil değilsiniz, seçtiğiniz yolsunuz. Öldüğünüzde nereye varmış olduğunuzun hiçbir ayırıcı vasfı olmayacak —sizden önceki milyarlarcası gibi “bir ölü” olacaksınız. Sizi ayırıcı kılan, takip ettiğiniz yol. Siz o yolsunuz. Niyetlerinizin zerre kadar manası yok.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin