Eğlenceli Bir Hayat

Çocukluğum —herkesinki gibi, ama muhtemelen pek çok kişininkinden daha— eğlenceli geçti.

Bazı evlerde, memleketin masonlar ve/veya Yahudiler yüzünden böyle içe sinmeyecek bir halde olduğunu dinliyordum. Türkiye’den fena halde nefret ediyorlar ve bir o kadar da korkuyorlardı besbelli ki, Türkiye üzerine oyunlar kurup durmaya hiç ara vermiyorlardı. Koçlar, Eczacıbaşılar, Simaviler filan gibi yerli işbirlikçileri vardı. Üniversiteleri onlar kontrol ediyor, siyaseti onlar biçimlendiriyorlardı. Başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınması onların emriydi. Alfabe değişikliği onların işiydi ve bir gecede yekûn ahaliyi ümmi etmişlerdi. Hilafeti onlar kaldırtmışlar, Türkiye’nin uluslararası arenadaki en büyük gücünü yok etmişlerdi. Çocuklarımızı zehirleyip, Batılı normlara göre şekillendiriyorlardı. Ramazan Bayramına Şeker Bayramı dedirtmelerini mi istersiniz, yılbaşını pompalayıp durmalarını mı? Bir ara, memleketin nispeten helal süt emmiş çocukları ipleri biraz ellerine geçirir gibi olmuşlar, kısa sürede ahaliye nefes aldırmışlardı. Memleketin kanını emenlerin çarklarına çomak bile sokmadıkları halde, Batılılar ve onların yerli işbirlikçileri, Türkiye’nin ayağa kalkmaya teşebbüs etmesine tahammül edememişler, darbeyle memleket çocuklarının defterini dürmüşlerdi. Üstelik asılanlar, memleketin asıl meselelerine yani alfabe ve hilafet gibi derin problemlere el atmış bile olmadıkları halde… Filan.

Başka bazı evlerde ve okulda ise bambaşka hikâyeler dinliyordum. Bütün Müslüman toplumların sürünüyor olması tesadüf değildi ya, İslam’da bir problem vardı. Bir problem olsa ne iyi, bir yığın problem vardı. Kurban Bayramlarında vahşice hayvan kesilmesini buyuran bir dinden daha ne beklenirdi ki? Üstelik tevekkül dediğiniz tutum çağa uygun muydu? Adam başı sıkışınca “inşallah” diyordu, derdini kendisinin çözmesi gerektiğinin bile farkında değildi yani, her işi Allah’tan bekliyordu. Böyle bir ahaliyle çağdaş dünyada yer almak mümkün değildi elbette. Kadının statüsü başka bir âlemdi, başını açması elbette birinci şarttı. Ama onunla kalmamalı, özgürlüğünü elde etmeliydi —yani kadın özgür değildi, demek ki erkek özgürdü. Memleketin bütün çaresizliği, şımarık ve kifayetsiz Osmanlı padişahlarının ahaliyi uyutup kendi günlerini gün etme sevdalarının birikimi yüzündendi. Bir ara, her nasılsa ipleri ele geçiren —Avrupa’da yetişmiş— bir avuç aydın, saltanatı, hilafeti tasfiye edip memleketin önünü açmışlardı ama Türkiye’nin hızla çağdaşlaşmasından ürken Batılılar derhal ülkeye müdahale etmişler, memleketi geri bıraktırmak konusunda kendileriyle işbirliği yapacak kadroları iş başına getirmişlerdi. Gerçi devleti kuran ordu müdahale etmişti ama bu ahaliyle bu iş olmuyordu vesselam.

Birinci tür hikâyeleri anlatanlara göre ikinciler hain, işbirlikçi, aldatılmış, satın alınmış kişilerdi. İkinci tür hikâyeleri anlatanlara göre de birinciler… Ama, görüldüğü gibi, ortak paydaları da oldukça genişti: Bir defa Batılılar Türkiye’nin belini doğrultması ihtimalinden fena halde ürküyorlardı. Bu ihtimale karşı fevkalade uyanıklardı ve her an ne gerekiyorsa sektirmeden yapıyorlardı. Yaptıkları birinci iş, ülke içinden işbirlikçiler imal etmekti. Eh, işbirlikçilerin vasıfları ve vazifeleri de belliydi: Kendi menfaatleri için memleketin menfaatlerini satan birileri olmaları ve memlekette kültürel yozlaşmayı sağlamaları gerekiyordu. Gerçi birinci kesime göre yozlaşma dinden ve gelenekten uzaklaşmanın adıyken, ikinci kesime göre —zaten tarih boyunca topluma ayak bağı olmuş olan— dinin ve geleneğin bir uyuşturucu olarak topluma enjekte edilmesinin adıydı ama neticede yozlaşma bir durdurulursa…

Gençliğim, aynı hikâyelerle geçti. Görünen şuydu: Her iki kesimin de elinde, memleketi şıp diye birinci lige terfi ettirecek bir simya formülü vardı ve fakat Batılılar ve onların yerli işbirlikçileri, durmadan dinlenmeden bu formülün hayata geçirilmesine mani olmaya çalışıyorlardı.

Çocukken bu hikâyelerle eğleniyordum. O bizi her maçta yenip giden Batılıların bizden dehşetli korkuyor olmaları ihtimali gurur bile veriyordu herhalde. Gençken aynı hikâyelerden sıkılmaya başladım. Belki de “eh artık nereye kadar, bir yerde elbette formülün biri işe yarayacak, biz de âlem içinde başı dik dolaşacağız” diye bekleyip durmaların sonu gelmediğindendir, kim bilir…

Orta yaşlara geldim. Artık bu hikâyeleri dinlememeye başladım. Ben dinlemiyorum diye hikâyelerin tedavülden kalkmadığının elbette farkındaydım ama hiç değilse kendi ruh sağlığımı korumayı başarabildim diye düşünüyorum. Yaşlandım ve…

***

Önce belirtmem gerekiyordu, bahse konu olan hikâye gruplarının geniş bir ortak paydası olsa da, aralarında ciddi bir fark da vardı: Birinci gruptakiler uluorta söylenemiyordu. Mesela okullarda bu tür iddiaları dile getirmemek gerekiyordu. İkinci gruptakilerin statüleri bariz bir biçimde daha yüksekti. Onları her yerde fütursuzca dile getirebilirdiniz.

Şimdi kaldığım yerden devam edebilirim: Yaşlandım ve hayatım boyunca Türkiye’de gerçekleşmiş en büyük dönüşüme şahit oldum. Bunca yıllık hayatım boyunca hep aynı zırvalıklara maruz kalmıştım, neredeyse hiçbir şey değişmemişti memleketin geri kalmışlığı açıklama stoklarında. Şimdi yine aynı zırvalıkları dinliyorum ama kısa süre öncesine kadar bir gizli şifre gibi kuytularda dile getirilebilen —birinci türden— zırvalıklar da diğerlerinin statüsüne yükseldi. Yani zırvalıkların muhtevası aynı kalsa da, statü dağılımında yeni bir hal zuhur etti. Bunca yıllık bir hayat için küçük bir değişim olarak görülebilir ama ne yaparsınız ki, olabilen yegâne değişim de bu. Dolayısıyla bir yanım, bu zırvaların birden sandıklardan çıkarılıvermesine sempati duymak gerektiğini bile söylüyor, varın düşünün halimi…

***

Bana gelince…

Kendi hesabıma, bahse konu olan iki kesimin arasındaki kutsal savaşta bir nefer olmayı yirmili yaşlarıma gelmeden, kesin bir biçimde reddettim. Daha önce, birkaç yılım, hangi tarafa nefer yazılmam gerektiğini tartıp biçmekle heder olmuştu. Ne tarafa yazılırsam yazılayım, sevdiklerimden bazıları öte tarafta kalıyordu, bunu içime sindiremiyordum. Yoksa, “bu savaş zırvalık” neticesine varmış filan değildim yani. O noktaya çok sonra geldim.

Geldiğim noktanın gelinmesi gereken nokta olduğunu filan iddia etmiyorum. Benim geldiğim nokta bu ve o noktaya gelene kadar, Batı ile ikircikli bir duygusal ilişkim oldu. Bir yandan nefret ettim, bizi geri bıraktırmak için bunca kararlılık sergilediğinden, öte yandan hayranlık duydum bu imkânsız işi bu kadar uzun süreyle başarabildiğinden… Çok sonra aydım ki, bizi geri bıraktırmak öyle imkânsız bir iş filan değil, aksine işi gücü bırakıp salakça bir klişeler yumağını düşünmek sanmakla nesiller harcayan bir milletin geri kalmaması tuhaf olur. Batı’ya duyduğum hayranlık ortadan kalkınca nefret de ortadan kalktı.

Nefret ettiğiniz öznelere aslında hayranlık besliyorsunuzdur, galip ihtimal. Ve deneyin göreceksiniz, nefretinizi yenebilirseniz hayranlık, hayranlığınızı iptal edebilirseniz nefret de ortadan kalkıyor.

Eh, içinde nefret ve hayranlık olmayan bir hayat pek de derin görünmüyor uzaktan bakınca, Sizi temin ederim, yakından da öyle… Yani uzun bir süredir pek derin bir hayatım yok. Ama bana sorarsanız böylesi iyi. Bir küçük bedeli var, her iki kesim de sizi sığ bulmakla kalmıyor, hain, satılmış, en azından aldatılmış biri olarak görüyor. Diğerinin değirmenine su taşıyan biri olarak… Bu bedeli ödeyebiliyorsanız ama, bence çok manalı bir mükafata da konuyorsunuz: Aynı salaklıkları dinleyip durmaktan kurtuluyorsunuz.

***

Neyse… Kendi hayat çizgimi özetlememin asıl sebebi elimdeki bakiyeyi açıklamak değildi. Asıl derdim, şu son birkaç ayda ortalığa saçılan zırvalıkların planlı programlı bir gündem değiştirme çabası filan olmadığını söylemekti. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, bir baraj yıkıldı. Neden o zaman, açıklaması uzun sürer. Bir ara onun tahliline de gireriz belki. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim, birinci gruptaki zırvalıkların hangisinin gündeme taşınacağı kararı, Başbakanlık koltuğunda oturuyorken, Erdoğan’ın tekeline terk edilmişti. Şimdi bu tekel kırıldı. Yıllarca aynı zırvalıkları talim etmiş ne kadar budala varsa, şimdi kendi günlerinin geldiği duygusunun yol açtığı şehvetle, ezberlerindeki zırvalıkları gündeme boca ediyorlar. Besbelli çok zevkleniyorlar. Zevklenecekler elbet, yıllar boyu ikinci sınıf zırvalık muamelesi görmüş olan saçmalıkları da, nihayet, diğerleri kadar alenen dile getirilebilir oldu, az şey mi?

Bana gelince…

Ben de zevkleniyorum. Çünkü, bir defa, —memleketin makbul mekteplerinden hasbelkader bir diploma aldıkları için— kendi zırvalıklarının sorgulanmaması gerektiği zannıyla durmadan aynı klişeleri üstüme boca edip duran arkadaşlarımın, bu yeni selin altında debelenip durmalarını seyretmek hoşuma gidiyor. Bir tür ödeşme duygusu diyelim. İkincisi, memleket pisliğin birine beline kadar batmışken ikincisinin başından aşağı kova kova dökülüvermesinden memleket adına nasıl bir iyimserlik üreteceğim diye fazla mesai yapmam gerekiyor. Hiç değilse uğraşacak bir işim oldu ahir ömrümde. Bu ülkede yaşayan biri daha ne isteyebilir ki?

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin