Ellerini Temiz Tutmak
Ankara Fen Lisesinden benden bir hayli sonra mezun olmuş biri var —adı mühim değil. Kendisini mezunlar listesine yazdıkları sayesinde bilmiştim. ABD’den Türkiye’ye bir gelişinde zahmete katlanması sayesinde tanışabildim de…
Yapay Akıl konusunda çalışıyordu ve… Eğer doğru anladıysam, alanın insanlık için taşıdığı —bugünlerde sıkça ve muhtelif biçimlerde dile getirilen—tehdit potansiyelini ta o vakitlerde hissettiği için kariyerine nokta koymuş, en azından kendisi için çok vaadkar olan alanı bırakıp yan yollara sapmayı tercih etmişti. Sonra Türkiye’ye döndü, taşra üniversitelerinden birinde hayatını sürdürüyor. Elleri temiz.
Kendisiyle bu mevzuları neredeyse hiç konuşmadık. Kapımın önünde ayakkabılarını giyerken, manasız sorularıma utangaç bir biçimde cevap verirken ağzından kaçırdığı kelimelerden ve surat ifadesinden çıkardıklarımı paylaşıyorum. Okursa “nereden çıkardın bütün bunları” diye hesap da sorabilir yani.
Neticede her birimiz bir tek hayat yaşıyoruz. Onu ellerimizi kirletmeden, başkalarına dolaylı veya dolaysız zarar vermeden tamamlamayı başka her şeyden daha önemli görebiliriz. Biz kimseye zarar vermediğimizde kimsenin zarar görmeyeceğini varsaymamıza gerek yok böyle bir tercihi yapmak için.
Ben hayatı böyle yaşamadım ama böyle yaşayan çok kişi tanıdım. Böyle yaşamayı tercih etmeyi son derece saygıdeğer buluyorum. Çok saygıdeğer… Yeter ki, “ama bak benim ellerim temiz” diye ortalıklarda dolaşıp yaygara yapmasın, ellerini kirletmiş olanlara üstünlük taslamasın bu tercihi yapanlar. Yukarıda sözünü ettiğim delikanlı gibi, sessizce, usulca, kimseye takaza yapmadan, yaptığı tercihin kendisine çıkardığı faturayı kahramanca göğüsleyerek yaşasın.
O delikanlı —gerçi artık onun da delikanlılığı kalmamıştır ya— bilmez ama benim zihnimde çok sayıda şimşek çakmasına vesile oldu. Kâh yazdıklarıyla, kâh o gün o kısacık ziyaretiyle. Mesela bir vakittir “ahlaki üstünlük taslamayın” diye gürültü yapıp duruyorum ya, dünyanın böyle bir mevzuu da olduğunu ilk defa onun o günkü mahcup hallerini anlamaya çalışırken idrak etmiştim. Onun yaptığı gibi bir tercih yapmak bana “övünülecek” bir şey gibi görünüyordu. Onun hali bana, ne kadar ham olduğumu göstermişti.
Ben onun kadar zeki olsaydım, onun donanımına sahip olsaydım, ellerimi kirletmekten kaçınmazdım. Yapay Akıl denen şeyin “riskli” bir şey olduğundan şüphem yok. Ama risklerden kaçınmak bana göre değil. Dahası, kendi anlayışıma göre —ki kimse bu anlayışı paylaşmak zorunda değil— temizlik yapılması gerektiğinde elleri temiz kalsın diye temizliğe katılmamak da “elleri kirletme”nin bir başka yolu.
Dün sözünü ettiğim Winnie Mandela, herhalde, “ellerim temiz” diye ortalarda dolanabilecek biri değildi. Ortada büyük bir pislik vardı, onu temizlemek için inisiyatif alanın ellerinin temiz kalamayacağını, herhalde, çocuklar bile akıl edebilirdi. Kendisi kendi hayatının muhasebesini yaparken meseleyi nasıl görüyordu, bilmiyorum. Ama herhalde “yapılması gerekeni, yapılması gerektiği gibi yaptım”dan daha rahatlatıcı bir açıklama bulmak zor Winnie’nin yaptığı, yaptığını zannettiğimiz tercihler için.
The Guardian yazarı Afua Hirsch “Apartheid’i barışçı protestolar bitirmedi,” demiş, “devrimcilere ihtiyaç vardı (https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/apr/03/winnie-mandela-hero-white-protest-apartheid)”. Sonra eklemiş: “Bir ırkın üstünlüğüne yaslanan bir sistem ile onu devirmeye yardım etmiş bir kişi arasında tercih yapmak o kadar da zor olmasa gerek.” Eh, herhalde kimse, seçenekler böyle tarif edildiğinde tercih yapmakta zorlanmıyordur. Mesele, ırkçı bir sistemi devirmek için ne kadar pisliği göze alabileceğimiz, daha doğrusu ne kadar pisliğe göz yumabileceğimiz hususunda düğüm oluyor.
Dün dedim, kendisine atfedilen günahların ne kadarını Winnie’nin sahiden hak ettiği konusunda şüphelerim var —ne kadarı Nelson’un günahıydı da Winnie’nin defterine yazıldı, bilmiyorum. Ama insanların, herkesin midesini bulandıran pislikleri temizlemek bahse konu olduğunda, bu işi herkes adına yapacak, sonra da “ama bunun da elleri kirli” diye çöpe atılacak öznelere sıklıkla ihtiyaç duyduğundan şüphem yok. Winnie’nin hissesine de o düşmüştü diye düşünüyorum.
Ve ölümüyle Winnie bana, üç hususta derdimi ifade etme şansı sundu fazladan.
Birincisini dün demeye çalıştım: Aydınlanmacıların hayal ettiği türden bir dünyada yaşamıyoruz. Dünyayı “temizlemek”, ellerini kirletmeyi göze almakla mümkün. Öyle “hem etrafa çekidüzen vereceğiz hem de ellerimiz kirlenmeyecek”, mümkün değil —bunu Goethe, daha hikâyenin başında anlatmıştı ama anlamak nedense herkese zor geliyor. Birileri, bizim adımıza, ellerini kirletmeyi göze alır. Biz de onları —etraf temizlendikten sonra— mahkûm eder, huzura ereriz. Eğer sonradan mahkûm edeceğimiz o özneleri aramızda —baştan itibaren— barındırmaz, steril bir toplum inşa etmeye kalkarsak, hiçbir şeyi başaramayız.
İkincisini yukarıda demeye çalıştım (zaten bir vakittir takıntı halindeydi bende): “Ama benim ellerim temiz” diye yaygara yapıp durmayın. Temiz evet, çünkü hiçbir mesuliyeti almadınız, hiçbir işe girişmediniz. “Yapay Akıl kirli, pisliği bana bulaşsın istemiyorum” diyen delikanlı da mesuliyeti almadı ama yaygara yapmıyor. Buradan bir ahlaki üstünlük taslamıyor. Siz de susabilirsiniz. Veya… Susmuyorsanız da ahlaki üstünlük taslamadan, kendinizde bir ahlaki üstünlük olmadığını “sahiden” kabul ederek konuşabilirsiniz. O vakit konuşabiliriz.
Ve üçüncüsü: Bir vakittir, özellikle şu ahlaki üstünlük meselesi gündemimin merkezine oturduğundan beri, “acaba Erdoğan’a haksızlık mı ediyorum” diye düşüyordu aklıma, ikide bir. Eh, meseleyi yukarıda özetlediğim şekliyle ortaya koyabilmiş değildim ama neticede “ellerini kirletmeyi göze almış, benim göze almayacağım şeyi göze almış bir adam” olarak da görülebilirdi Erdoğan. Yapıp ettikleri ve o yapıp ettiklerini yapış ediş tarzı meşru olmasa da, acaba kendisine yine de hak vermemizi gerektirecek bir yanı var mıydı mevcudiyetinin? Bir türlü formüle edemiyor olsam da, bir biçimde aklımın bir köşesini kemirip duruyordu bu soru.
(İtiraf etmem gerekiyor ki, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şeyi yapmaya teşebbüs bile etmeden, hiçbir şeyi göze almadan, durmadan “ama benim ellerim temiz” deyip duranların neredeyse tamamı Erdoğan’ı “değerler” üzerinden mahkûm edip durmasalar, aklıma böyle bir soru düşmezdi. Hani insan ister istemez, “Erdoğan değilse bunlar mı” diye soruyordu kendi kendine. Ortada bir enkaz var ve bir yığın adam veya kadın, “ama benim ellerim temiz” demekten gayrı hiçbir şey yapmıyor. Ellerinin temiz olduğundan da şüphem var ama o ayrı mevzu.)
Winnie’nin ölümü etrafında yapılan tartışmalar, bana, bu soruyu, en azından benim içime sinecek şekilde sorma fırsatı verdi. İpucunu dün verdim: Erdoğan Nelson Mandela mı? Değil. O imkânı kendisi imha etti. Asıl soruyu şimdi sorabilirim: Erdoğan Winnie Mandela olabilir mi? Bütün çiçekleri ezip kendine canavar dedirtmeyi “göze almış” bir devrimci?
Böyle sorunca Erdoğan’a birkaç numara büyük geldi gibi… Şöyle deneyeyim: Erdoğan —tamam, desteklenmeyi, hatta mazur görülmeyi hak etmiyor ama— acaba hiç değilse Winnie Mandela’ya gösterdiğim “anlayışı” hak ediyor mu? Eğer Winnie geçen gün ölmeseydi, arkasından küçük çaplı bir kıyamet kopmasaydı, kafamın içindeki soruyu bu şekilde biçimlendiremeyecektim —kendisine şükran duymam için bir sebep daha.
Erdoğan’ın çetesine mensup olup onun avladıklarının kalıntılarıyla beslenen mahlûkatın arasında tanıdıklarım var. Şu yazdıklarımı okusalar, zannediyorum ki, “hah işte Reis tam da bu” diyecekler. Ortadaki enkazın bütün suçunu, Erdoğan’ın yanında bir Nelson Mandela olmamasına yükleyip, leşlerden kalanlarla karınlarını doyurmaya koşacaklar.
Soru benim için yeni. Hemen bir cevap bulmam gerekmiyor. Sormuş olayım, şimdilik kâfi.