Endüstri Sonrası Toplum, Nihayet
Gençken, kız kardeşimle hep uzun süren sohbetlerimizin birinde, Bilge Karasu’nun hikâyecilik anlayışının beni neden açmadığını ifade etmeye çalışırken, elimizin altındaki Göçmüş Kediler Bahçesi’ne müracaat etmiştim. İlk hikâyenin ilk cümlesi miydi, şimdi tam hatırlamıyorum, “Bu kapıdan geçtikten sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordu” gibi bir cümle denk geldi. Böyle kapılar pek seyrektir. Ama daha mühimi, geçtikten sonra artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kapıları, geçmeden bilemeyiz. Bilsek, zaten o kapılardan geçmeyiz.
Pepsi’nin CEO’su Türkiye’den iki gazeteciyle yaptığı görüşme sırasında, kriz hakkında bazı yorumlarda bulunmuş. Katıldığım tespitleri var, katılmadıklarım var. Ancak krizin genel karakteri hakkında hanımefendiyle benzer bir kanaati paylaşıyorum: O, bu krizden sonra kapitalizmin artık eskisi gibi olmayacağını söylemiş. Ben, fazladan, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünüyorum. Ve bu defa, geçtikten sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kapının eşiğinde durduğumuzu, Masuda, Bell ve Rosenbrock’tan beri, yani kırk yıla yakın bir süredir biliyoruz. Galiba bu yüzden de, bir türlü geçemiyoruz.
Bell’in Endüstri Sonrası Toplum adıyla vaftiz ettiği şeyi, sonra her isteyen kendi meşrebince isimlendirdi. Çeşitlilik sadece isimlendirmede de kalmadı. Kör Hintlilerin fili tarif edişi gibi, içini kimi iktisatla doldurdu, kimi sosyolojiyle, kimi siyasetle. Başlangıçta, basit bir versiyon farkından ibaret bir değişimle karşı karşıya olduğumuz iddiaları daha yaygındı. Mesela Giddens, yaşanan dönüşümü Geç Modernite olarak adlandırıp, birçok temel parametrenin değişmeyeceğini ispatlamak için az dil dökmedi.
Giddens’ın tutumunu andıran bir tutumu sürdürmek, bana kalırsa, her geçen gün zorlaşıyor. Bir tekillik (singularity) safhasında olduğumuzdan, tarihin bir tür dikiş yerinde yaşıyor olduğumuzdan hiç şüphem yok. Hobsbawm 20. Yüzyılda, insanoğlunun tarıma başlamasıyla birlikte açılmış olan on binlerce yıllık bir parantezin kapandığını öne sürüyor. Bu kadar geriye gitmeye cesaret edemesem de, en azından 17. Yüzyılda açılmış olan bir parantezin kapanmakta olduğunu düşünüyorum.
Sanayi devrimi zaman anlayışımızdan sosyal rol dağılımına, yaşadığımız mekânlardan giyimimize, beslenme alışkanlıklarımızdan aile yapısına, geçim kaynaklarımızdan bölüşüm mantığımıza kadar, tabiatla, hayatla ve birbirimizle olan bütün ilişkilerin yaslandığı bütün kavramların çözüldüğü bir iklimde zuhur etmişti. Bütün bu ilişkilerin, başka türlü ve yeniden kurulmasına yol açmıştı. Günümüz insanının hiçbir yöneliminin, motivasyonunun, meşgalesinin, bundan 150 yıl önceki kavramlarla açıklanması ve anlaşılması mümkün değil. Bugün hala istihdam etmekte ısrar ettiğimiz kavramların da çocuklarımızın hayatında hiçbir karşılığı olmayacak.
İçinde yaşadığımız kriz, aslında sadece iktisadi bir kriz değil. En azından kırk yıldır giderek derinleşiyor olduğunu bildiğimiz daha derin bir krizin iktisadi görünümünden ibaret. En azından bana öyle geliyor. Bu kriz eğer o kriz ise, çözüm için bugün yapılmakta olanların hepsi, tedavülden kalkmış bir dünyanın anlayışlarına yaslandıkları için, olsa olsa, krizi daha da ağırlaştıracak.
Eğer değilse… O vakit, çok geçmeden yeni ve daha ağır bir krizle karşılaşacağız demektir.
Cemalettin N. TAŞCI