Erdoğan’ı Yenmek
Büyük market zincirlerinden birinden alışveriş ediyorsunuzdur sıklıkla. Sizin alışverişlerinizin “izini sürmek” —herhangi birininkini sürmek— hiç zor değil. Data orada duruyor. Bahse konu olan market zincirinde bıraktığınız izlerden yola çıkarak, sizin tercihleriniz hakkınızda sayısız —ve son derece hassas— tahminler yapılabilir.
Nasıl tahminler mesela?
Mesela önümüzdeki hafta markete geldiğinizde kâğıt havlu alıp almayacağınız, belirli bir hassasiyetle tahmin edilebilir. En kötü ihtimalle, kâğıt havlunun alışveriş sepetinizde yer alması ihtimalinin filanca tarihte % 99’u aşacağı büyük bir güvenilirlikle tahmin edilebilir mesela. İlaveten, hangi marka kâğıt havludan ne kadar miktarda alacağınız da tahmin edilebilir. Bugüne kadarki kâğıt havlu alışverişlerinizin varyansı düşükse daha hassasiyetle, yüksekse daha düşük hassasiyetle…
Market zincirinden alışveriş yapan bir siz değilsiniz. Milyonlarca kişi alışveriş ediyor ve o milyonlarca kişi, coğrafi olarak, asimetrik dağılmış durumda. Yani Ankara Çankaya’daki şubede yoğunlaşan tercihler ile Ayaş’ta yoğunlaşanlar arasında fark var. Dolayısıyla sosyal kesimler de “toplu izler” bırakıyor.
Ve bütün bu asimetrik dağılmış tercihlerin “toplamı” da bir “toplam iz” bırakıyor.
Sizinle şahsi olarak ilgilenip ilgilenmediklerini bilmiyorum ama o bölgesel ve toplu izleri yoğun bir biçimde değerlendirip, üzerine bir yığın “karar” inşa ediyorlar. Hangi ürüne hangi raflarda, ne kadar yer verecekleri, hangi ürünü hangi sıklıkla ne kadar miktarlarda sipariş edip nerelere nasıl dağıtacakları ve nerelerde depolayacakları gibi…
Bu “basit” altyapıyı hatırlattıktan sonra, siyasete gelebiliriz. Sizinle “şahsi” olarak ilgilenmeye başladıklarının alametleri vardı, Facebook skandalı ile mevzu faş oldu. Ama benzer bir teknolojiye sahip değil iken de, bölgesel ve “genel” dağılımlar hakkında siz bile —eğer sadece seçimden seçime mevzu ile alakadar iseniz bile— fikir sahibisiniz.
Ve…
Her şeyi bu sahip olduğunuz fikirler ile açıklamaktasınız. Zaten size de öyle açıklıyorlar. Hepimiz aynı olguyu aynı parametrelerle açıklayınca da… Hepimiz hepimizi inandırmakta hiç müşkülat çekmeden yola devam edebiliyoruz.
Ama…
Yine market zincirine dönelim.
Haftada bir büyük alışverişinizi aynı zincirin aynı şubesinden yapıyor olsanız da, mesela eski kaşar konusundaki takıntınız sebebiyle, her hafta bir kalıp eski kaşarı belirli bir mandıradan satın alıyor olabilirsiniz. Eski kaşar konusunda takıntınız olmayabilir ama galip ihtimal en az bir ürün hakkında takıntınız vardır. Satın almak için ekstra zahmeti göze aldığınız o ürün, unutmayın ki, sizi markette bıraktığınız izlerden daha iyi tarif eder. Neticede filanca zincirden alışveriş eden, filanca bisküvi markasının falanca ürünlerini tercih eden ve haftada şu kadar tüketen milyonlarca kişiden biri olmaktan sizi farklılaştıran husus, kendisi için ekstra zahmeti göze aldığınız o biricik tercihtir.
Ve sizin o tercihiniz hakkında, o market zincirinde bulunan sizin hakkınızdaki devasa veri yığını içinde “bir tek” iz yok. “Bir tek”… Yani sizin hakkınızda belki de en mühim veriden mahrum olarak kararlar veriliyor.
Net toplamda, milyonlarca kişi hakkında bir yığın birikmiş veri değerlendirilip koskoca zincirler işletiliyor ve kâr ediliyor. O halde sizin hakkınızdaki o biricik, sizi en iyi tanımlayan veri olmasa ne olur? Aha işte market zincirleri olur. Size “dayatan” zincirler. O zincirlerden alışveriş ediyorsunuz, onlar sizi çok iyi tanıdıklarından, sizi kale aldıklarından değil. Aksine, size konfor sağlıyorlar ve hepsi o kadar. Sonra da size, sizin tercih edeceğiniz ürün gamını değil, kendilerinin en yüksek kâr edeceği ürün gamını dayatıyorlar. Dert etmediğiniz ürün kalemleri için bu dayatmaya rıza gösteriyorsunuz. Dert ettiğiniz kalemler için başka kapılar arıyorsunuz.
Tekrar siyasete dönebiliriz.
Türkiye’nin siyaseti bir market zinciri. Seçmenler alışveriş ediyor —yani rey veriyor. Bölgesel ve toplu alışveriş alışkanlıklarına bakarak raflar dolduruluyor. Seçmenler bu raflardan alışveriş edip, rey veriyor. O tercihler sandık verileri halinde ele alınıp değerlendiriliyor ve “seçmen şunu ister” diye karar verilip, o kararların delili olarak kullanılıyor. Bu süreç bu şekilde kendisini tekrarlıyor.
Bunları neden söylüyorum?
2007’de Ali Taran, DP için, Mehmet Ağar’ı “Memet” diye kodlayan bir kampanya tasarlamıştı. Biz daha önce Demirel, Özal, Ecevit, İnönü, Çiller filan gibi soyisimlerle konuşurken, Erdoğan sahneye “Tayyip” ön adıyla çıkmıştı. Çok satmıştı. Taran’ın —market zincirlerinde satılacak ürünler için reklam üretmeye yoğunlaşmış— gözleri de bu farkı fark etmiş, kontura sürkontur atmaya niyetlenmişti. Taran’ınki anlaşılır bir hal. Ama aynı olguya “başka” türlü de bakılabilir. Ön isim daha önce siyaset marketinin raflarında yoktu ve biri onu satmaya heveslense, Taran gibiler, eldeki —milyonlarca kişiye dair yıllarca birikmiş— verilere yaslanarak “olmaz” diyeceklerdi.
Oldu.
Kendisine Tayyip denmiş birini, kendinize Memet diyerek yenemezsiniz. Bir ihtimal onun pazar payından bir miktar çalabilirsiniz ama yenemezsiniz. Yenme iddianız varsa, raflara, vatandaşın uzak mandıralarda veya kasaplarda satın aldığı malları dizmeniz ise işe yarayabilir. Soyisimler ve ön isimlerle alakalı olarak söylediğim bu prensibi, hemen her alana teşmil edebilirsiniz. Öfke satan biriyle yarışıyorsanız mesela, onu “öfkeyi daha iyi satarak” yenmek de mümkün ama zor bir iştir. Adam en azından on yıldır saf öfke satıyor. Öfkenin imalatı, stoklanması, dağıtımı ve saire hakkında müthiş bir donanımı var. Ama öfkeyi satın alanların yegâne ihtiyacının öfke olduğuna sizi götüren veriler eksik. Onların marketten çıktıktan sonra ne yaptığını bilmiyor —ve siz de sanki orada hiç mühim bir veri yokmuş gibi davranıyorsunuz.
Bu Tayyip/Memet meselesinin her hususta geçerli olduğunu tekrarlayarak, yine aynı misal üzerinden gideyim. Bence Erdoğan’a “Tayyip” demek, yeni bir mal olduğu için, en azından “denemeye değer” bulundu. Ama bugün geldiğimiz noktada, böyle vıcık vıcık, böyle “aile içi”, böyle lüzumundan samimi haller, herkesi fena halde yordu. Herkesi… Hatta Erdoğan’ı bile… Dolayısıyla şöyle daha mesafeli, aileden —hatta sokak içinden— çıkarılmış, devleti bizden biraz uzaklaştıracak çözümler —herkesin bu vıcık vıcık ilişkileri tüketmek zorunda kaldıktan sonra ancak kendi evinin banyosunun mahremiyetinde bulabildiği için orada aradığı çözümler— bariz bir fark yaratır. Hatta bu lüzumsuz samimiyet, bir kifayetsizliğin komik bir tezahürü olarak anlaşılacak hale bile gelebilir ve bugüne kadar Erdoğan’a hizmet eden özelliği, onun yumuşak karnı olabilir.
Dolayısıyla…
Kimse “ama geçmiş sandık sonuçları” filan gibi “verilerle” yola çıkıp masal anlatmasın. Erdoğan bu seçimi, llk turda, fena halde hezimete uğrayarak kaybedebilir. Evet, eldeki veriler onu çok güçlü gösteriyor çünkü herkes onun sattığı ürün gamının basit varyantları üzerinden rekabet ediyor. Esas olarak oyun onun koyduğu kurallarla oynandığı için ve herkes sanki seçmenler hakkındaki “bütün” bilgiler bu oyundaki tercihleri üzerinden türetilenlerden ibaretmiş gibi varsaydığı için başarılı oluyor.
Ama —tekrar hatırlatayım— o böyle gelmemişti.
Ve Erdoğan bugün, daha önce hiç olmadığı kadar zayıf.