Erdoğan’ın Büyük Günahı
Keynes 1930’da “Economic Possibilities for our Grandchildren” başlıklı bir makale yazmış (http://www.econ.yale.edu/smith/econ116a/keynes1.pdf), benim yeni haberim oldu. 1930’un çok bulutlu ortamında, “iyiye gidiyoruz” diyen bir makale.
Önce —kendi terimlerimle söyleyecek olursam— fay kırıklarında meydana gelen gerilimleri abartmamak gerektiğini, asıl önemli olanın levha hareketlerinin istikameti ve büyüklüğü olduğunu söylüyor. Bakmamız gerektiğini söylediği yerde ise teknolojik gelişim ve sermaye birikimi var.
(Sermaye birikimi derken… Britanya’nın zenginleşmesi, Kraliçe Elizabeth’in desteğiyle Drake’in İspanyollardan çaldığı —Keynes de öyle adlandırıyor— hazinenin bileşik faizi üzerinden açıklanıyor yani, onu da belirteyim. 1580’de Britanya’ya gelen her bir sterlin, 1930’da, bileşik faiz mucizesi sayesinde, 100 000 sterlin olmuş, filan. Irak’a demokrasi götürülmeye kalkıldığında, “Batının zenginliği örgütlenme tarzının ve anlayışlarının sayesinde” diyenlere karşı, Britanya’nın yüz yıl boyunca sadece Irak’tan çaldığı petrolün değerinin bileşik faizi üzerinden karşı koymaya çalışmıştım, onu hatırladım. “Mademki örgütlenme tarzları ve anlayışları zenginliği sağlıyor, Irak’ı soymaya ne demeye bu kadar hevesliler” diye sormuştum.)
Sonra, Keynes, kendi işaret ettiği belirleyicilerden yola çıkarak, yüz yıl içinde dünyanın çok daha zengin ve müreffeh bir yer olacağını öngörüyor. Gelir düzeyinin yükselmesinin yanı sıra çalışma saatlerinin kısalmasını da bir zenginlik göstergesi olarak değerlendiriyor. Buradan yola çıkarak, boş zamanın ciddi bir problem kaynağı olabileceğine işaret ediyor.
Kısa bir gezinti gösteriyor ki, Keynes’in ilgili makalesine gönderme yapanlar, boş zaman konusunda yanıldığını düşünüyorlar. Ama bence kendileri yanılıyorlar.
Çünkü…
Bugün hepimizi fena halde ırgalayan problemlerin büyük bölümü, tam da Keynes’in öngördüğü gibi, iş derken kastettiğimiz faaliyetlerin olağanüstü bir hızla ve olağanüstü seviyede erimiş olmasından kaynaklanıyor. Bugün iş yerine ikame ettiğimiz şeylerin büyük bölümü, bundan kırk yıl önce iş sayılabilecek, iş olarak adlandırılabilecek şeyler değil. Ama zenginliği bölüşmek için emekten başka bir payda geliştiremediğimizden, iş kavramını esneterek problemi ertelemeye çalışıyoruz. 1960’lardan beri erteleyerek, 1980’lerden beri de Çin topraklarına yığarak aşmaya çalıştığımız problem, Keynes’in işaret ettiği gibi, büyük ölçekli kıta hareketlerinin bir neticesi. Dolayısıyla ilgili fay hattında olağanüstü bir gerilim birikti.
Gençken bir roman yazmaya teşebbüs etmiştim. Bir yerinde, hayıflanarak, Anneler Günü gibi manasız tüketim bahanelerinin hızla yaygınlaşıyor olduğunu, yakında takvimin her gününün bir şeylere tahsis edileceğini, ilaveten Dünya Kupası filan gibi organizasyonların hızla çeşitlendiğini, kısa süre sonra biri bitmeden diğerinin başlayacağını filan yazmıştım. Tahmin ettiklerim oldu —ama hayıflanmakta haksız olduğumu anladım. Avrupa Şampiyonası milyarlarca saati emdi. Kısa süre sonra Olimpiyatlar daha fazlasını emecek muhtemelen. Bu boş vakitlerden arta kalan sürede ürettiklerimizi de, ancak, Sevgililer Günü, Sevgililerinden Ayrılanlar Günü filan gibi münasebetlerle tüketebileceğiz.
Yani…
Keynes haklı çıktı, çalışmaya ihtiyacımız yok. Çalışmamayı bilmediğimiz için, çalışmamakla baş edemediğimiz için, çalışmamıza ihtiyaç duymayan bir dünyada çalışmayı sürdürebileceğimiz şartları inşa etmeye çalışıyoruz. Yaşadığımız problemlerin neredeyse tamamı bu çelişkiden kaynaklanıyor. Ve bu çelişki, neticede kıta hareketlerinden kaynaklandığı için, sürdürülebilir bir çelişki değil. Aşılacak. Yeni iş yaratarak aşamayacağız onu, çalışmamayı öğrenerek, çalışmadan bölüşmenin teknolojilerini geliştirerek aşacağız. Muhtemelen de Keynes’in öngördüğü tarihten —yani 2030’dan— önce…
Gelir düzeyi, 1930’dan bu yana, istikrarlı sayılabilecek bir biçimde, adım adım arttı. Tedrici olarak… Ama her şey öyle olmaz. Birçok şey sıçramalarla değişir. Çalışma saatlerinin kısalmasını da belki tedrici olarak gerçekleştirebilirdik. Ama öyle yapmadık. Dolayısıyla biriken enerji, bir büyük depremle boşalacak.
Gelecekten söz etmiyorum. O büyük depremin tam orta yerinde yaşıyoruz. Hatta muhtemelen asıl büyük sarsıntı bitti ama bir süre artçılarla yaşayacağız. Neticede, kendileriyle birlikte yaşamaya alıştığımız, onlar olmadan koordinatlarımızı belirleyemeyeceğimiz, istikametimizi bulamayacağımız bir yığın kurum ve anlayış, artık alıştığımız yerlerinde değil veya olmayacak.
***
Türkiye bu büyük depreme, miadını doldurmuş binaların yerle bir olduğu yeni dünya şartlarına AKP iktidarıyla yakalandı. AKP’nin temsil ettiği kitlelere kategorik olarak karşı çıkan, onları dönüştürmeyi vazife bilen, dönüştürme konusunda da elinde Fransız, Alman veya Anglosakson şablonlardan başka bir şey olmayan, aralarındaki farkı dünyanın en mühim şeyi zanneden, ne Fransa’da, ne Almanya’da ve ne de İngiltere-Amerika’da neler olup bittiğini anlamaktan aciz bir kesimin vaziyet ettiği Türkiye’nin, yıkıntıların üzerinde yeniden inşa edilecek olan dünya için yeni bir sözü yoktu. Ama yüz küsur yıldır oyunun dışında tutulmuş, ciddi bir muhalefet tecrübesi biriktirmiş, özlemleri, hayalleri, ihtirasları tavan yapmış kesimlerin yeni bir sözü olabilirdi. Erdoğan onların hayallerini kısırlaştırıp, zaten dünyada yeri olmayan, enerjisini çoktan kaybetmiş kesimleri dövmeyi matah bir siyasetmiş gibi pazarladı. Geniş yığınların enerjisini, Erdoğan’a seçim zaferleri dışında hiçbir şey vadetmeyen manasız savaşlara akıttı.
Büyük günahı bu.