Facebook Skandalı
Malum, Cambridge Analytica adlı bir şirketin, Facebook’u kullanarak (veya —eğer gönlünüzü öylesi ısıtacaksa— “Facebook ile işbirliği halinde” de diyebiliriz gibi görünüyor) ABD seçimleri ve Brexit referandumu üzerindeki tesiri konuşuluyor. Mevzu hakkındaki aydınlatıcı/öğretici tweetler, beni Zeynep Tüfekçi adında bir kadının yazdıklarına ve dediklerine götürdü.
Tüfekçi, anladığım kadarıyla, tekno-sosyoloji diyebileceğimiz bir alanda kendisine kariyer inşa eden, ABD’de bir üniversitede öğretim üyesi olan, vicdan ve akıl sahibi bir kadın. Gezi sürecinde —en azından gözlemci olarak, yani kendi bilimsel alanının gözlükleriyle— yer almış. Bir dizi neticeye ulaşmış. Bir yerde diyor ki mealen, “eskiden politik bir aksiyon geliştirilmeden önce uzun hazırlıklar yapılması, çok emek harcanması gerekiyordu, bu süreçte bir tür ideolojik altyapı da inşa ediliyordu, şimdi sosyal medya bu safhayı atlamaya imkân tanıyor, kolaylıkla büyük ölçekli aksiyonlar gerçekleştirilebiliyor ama bu şekilde ‘parlayan’ ateş, politik bir netice alamadan sönüveriyor.”
Daktilodan Word Processora geçtiğimde, benzer şeyler yaşamış, benzer neticelere varmış, benzer itirazları yapmıştım —muhtemelen Tüfekçi’nin şimdi olduğu yaşlardaydım. Bir metin yazmaya karar vermişseniz ve bunu daktilo ile yazacaksanız, metni önceden kafanızda kurmanız şart. Aksi halde, sayfanın ortasına geldiğinizde, “yahu şu cümleyi şöyle kursaydım daha iyi olacaktı” veya, “şundan sonra şu misali verseydim” filan diyecek olursanız, sayfayı çıkarıp atmanız, yeniden başlamanız, daha önce yazdığınız bir yığın şeyi “yeniden” yazmanız gerekiyordu. Bilgisayarda öyle olmuyor, dolayısıyla metni baştan —yazmaya başlamadan— kurma zaruretiniz yok. Metni baştan kurma zarureti olmayınca… İşler kolaylaşıyor, hızlanıyor ama daktilonun başına oturmadan önceki o hazırlık sürecini atladığınız için, o süreçte kazanmış olduklarınızı kazanamıyorsunuz. Daha genelde “bir disiplin” kaybı da cabası…
Peki, hazırlık sürecinde kazanacaktı olduklarınız ve disiplin kaybı mukabili kazandığınız sadece kolaylık mı? Bence pek değil. Kalite kazanıyorsunuz mesela. Zamanınızı ve emeğinizi, daha önce defalarca tuşladığınız kelimeleri yeniden tuşlamak yerine, üzerlerinden geçip “daha iyileştirmek” için ayırabiliyorsunuz. Kelime işlemciler, zaten, imladan sözlüğe kadar bir yığın destek hizmetini erken dönemlerden itibaren vermeye başladıkları için, teknik olarak da daha kaliteli metinler ortaya çıkıyor. Bugün tükettiği metinlerdeki teknik kalite seviyesi sanki ezeli bir şeymiş gibi geliyor olabilir herkese. Ama değildi. Son derece özenli yayınlarda bile sayısız imlayla karşılaşılabiliyordu mesela.
Envanteri tutulamayacak kadar çok şey kazanıldı kelime işlemciler sayesinde. Çoğu, yukarıda belirttiğim gibi, kayıpların yaşandığı alanlardan başka alanlarda. Yani iyi bir sol bek kaybetmiş ama iyi bir santrfor kazanmışsınız gibi… Bu da, takımın oyun tarzını değiştirdi. Artık sol kanattan sol bekinizi ileri çıkarıp orta yapmak gibi bir plan yerine, santrforu rakip ceza sahası içinde topla buluşturmanın alternatif planları gündeme gelebilir.
Geliyor mu?
Gelmiyorsa, o sizin probleminiz. Artık iyi bir sol bekiniz yokken hâlâ varmış, iyi bir santrforunuz varken hâlâ yokmuş gibi oynamakta ısrar ederseniz… Ne diyeyim! Allah kolaylık versin.
Ama başkaları —en azından birileri— sizin yaptığınız gibi yapmıyor. Yeni oyuncu profiline göre, ona uygun bir oyun planı yapıyor. Artık klavyenin başına oturduğunuzda saatlerce düşünmüş taşınmış olmadığınızdan, yazdığınız şeyin dünyayı değiştirecek, taşları yerinden oynatacak bir şey olacağı zannına sahip olma ihtimaliniz de azaldı mesela. Yazı, daha “gerçekçi” bir seviyeye indi. Yazı ile yazanın ilişkisi daha önce inişli çıkışlı bir yoldu, yol düzlendi. Bir yandan, o yokuş aşağı iniş sırasında yaşadığınız —diyaframınızın aniden ciğerlerinizi serbest bırakmasından kaynaklanan tuhaf, dile getirilemez— hazdan mahrum kaldınız. Ama mukabilinde, gerçekliğe döndünüz. Yeryüzüne… Aramıza… Hoş geldiniz.
Mevzuyu Tüfekçi’nin sözünü ettiği alana taşıyalım.
Gençken, teksir makinelerinin başında, elle veya daktilo ile yazılmış metinleri heyecan ve ispirto kokuları içinde çoğaltırken, benzer metinleri elle çoğaltmak zorunda kalmış olan bizden öncekiler bize küçümseyerek, acıyarak bakıyorlardı. Bizim hissemize ise, aynı emekle daha çok iş yapmanın neresinin tuhaf göründüğünü anlamamak düşüyordu.
Şimdi o günlere uzaktan bakınca diyebilir miyiz ki “teksir makinesi olanlar olmayanları yendi”? Zor. Bir defa, kısa süre sonra herkesin teksir makinesi oldu. O teksir makinelerinde çoğaltılan muhtevadan —dünya hakkındaki iddialardan— bağımsız olarak “biz teksir makinelerine karşıyız, kullanmayacağız” diyenler vardı ve direndiler ise, evet, onlar kaybettiler.
İlaveten —ve asıl mühimi— mesele teksir makinesinin “var olması” değil, nasıl ve ne için kullanıldığı idi. (Bu basit gerçekliğin durmaksızın hatırlatılması gerekiyor ya, bana da o acı veriyor.)
“Teknoloji yansız, nötr bir şeydir, içine konduğu kabın şeklini alır” filan demiyorum. Teknoloji son derece yanlı, kendi biçimini dayatan bir şeydir. Aslında içine konduğu kabın şeklini alan biziz ve içine konduğumuz o kap da —büyük ölçüde— teknoloji. (Galiba Tüfekçi’nin web sayfasının başlığının altındaki motto da aynı şeyi söylüyor: Our Tools, ourselves.) Kelime işlemcilerle, daktiloyla yazar gibi yazamazsınız.
Ama daktiloyla da tükenmez kalemle yazar gibi yazamıyordunuz. Tükenmez kalemle, dolmakalemle yazar gibi yazamıyordunuz. İş kil tabletler, keski ve çekice kadar gider. Onları kullananlara da dedeleri “eskiden yazı mı vardı” demişse… Yani…
Sizin/bizim içine doğduğumuz teknolojik kap, “teknolojik kaplardan biri” idi. Onun şeklini almış olarak büyüdük. Şekilsiz değildik yani. Şeklimiz “bizim şeklimiz” de değildi, içinde yaşadığımız teknolojik ortamın şekli idi. Facebook ve Cambridge Analytica yokken de seçimlerde türlü çeşitli biçimsizlikler oluyor, muhtelif sosyal kesimlerin muhtelif zaafları istismar ediliyor, yalanlar söyleniyor, alışık olduğumuz teknolojilerle yayılıyordu.
“Hiçbir şey değişmedi” demiyorum. Değişti. Çok şey değişti. Ama sıradan insanlar, teknolojiyi kendilerini istismar etmek için kullanmayı “bilen”ler karşısında dün de çaresiz idiler. Bugün de öyleler. Eskiden, Facebook ve Cambridge Analytica yokken, dönemin teknolojisini kullanmayı bildiği için “istismar eden”lerin safında iken, şimdi birden “istismar edilen”lerin arasına düşüvermiş olanlar için durum fevkalade acıtıcı olabilir. Geçecek, endişe etmeyin.
Tüfekçi’nin, Cambridge Analytica skandalı etrafında aydınlatıcı bilgiler üretenlerin, “vay bize neler yapılabiliyormuş” diye kahırlara gark olanların emek ve hassasiyetleri sayesinde geçecek. “Bütün bu yaptıklarınızı yapmayın” demiyorum yani, ama buradan geriye doğru yol aramaya kalkmayın. Bulamayacaksınız. Beyhude çaba…
***
Yukarıda “iyi bir sol bek kaybetmiş ama iyi bir santrfor kazanmış gibi” olmaktan söz ettim. Yönetim uyanık davransaydı da iyi sol beki de kaybetmeseydik! Ne vardı?
Öyle olmuyor o işler. Aydınlanma aklı, şeylerin tuğla üstüne tuğla konarak inşa edildiği zannına sahip. Tuğla üstüne tuğla koymayı çok saygıdeğer buluyor. İsrafa da hiç katlanamıyor. “Adam o kadar uğraşmış, tuğlayı şuraya, çok uygun bir yere koymuş, ne demeye söküp atalım ki? İsraf bu!”
Öyle olmuyor bu işler. O iyi santrforu almak için sol bekinizi satmanız gerekmiş olabilir, bütçe sınırlıdır hep. Veya iyi sol bek artık yaşlanmıştır, kadroda tutsanız bile eski verimi alamıyorsunuzdur. Ama genellikle mesele çok daha sıradandır. İyi sol bek, “eski oyun”da iyi bir sol bektir. Yeni santrforun gelmesiyle tercih etmeniz gereken oyunun —mesela— hızına ayak uydurabilecek, o oyunun gerektirdiği vasıflara sahip biri değildir.
Cambridge Anaytica vakası bir skandal. Ama Doğan grubunu Demirören’in satın alması da “benzer” bir skandal. O grubun Aydın Doğan’ın eline geçmesi de, onun ellerindeyken yapmış olduğu işleri yapması da öyleydi. “Bildiğimiz” skandalları “bilmediğimiz” skandallara tercih etmek için, benim bildiğim kadarıyla, sayısız sebep sıralanabilir. Ama “eski güzel günlerde skandal tabir edilebilecek şeyler olmuyordu” anlayışı çok tehlikeli. Bilhassa böyle bir anlayışa sahip olanlar için çok tehlikeli. Onların artık, yeni kabın şeklini alamayacak kadar yaşlanmış, esnekliklerini kaybetmiş oldukları manasına gelir bu. Tarih olmuş oldukları…
***
Meselenin bir başka boyutu var.
Bahse konu olan teknolojiyi Trump değil de Clinton kullansaydı? Kazanabilecek miydi? Kazansa ve böyle bir teknolojik destekle kazandığını öğrenseydik, kimin reaksiyonu nasıl olacaktı? Öyle varsayıyoruz ki, sanki bu teknolojiyi kim kullansa o kazanacaktı. Emin misiniz? Nereden biliyorsunuz? Ve yine öyle varsayıyoruz ki, kim kullanırsa kullansın, aynı ölçüde ve aynı biçimde rahatsız edecekti herkesi. Emin misiniz?
Ben hiçbirinden emin değilim. Aslını arasanız, Clinton’un aynı derecede rahatsız edici teknolojilerden faydalanmadığından bile emin değilim.
Teknoloji mühim şey. Belirleyici, tayin edici bir şey. Ama her şey değil.
Her teknolojik sıçrama safhasında, toplumlar teknolojik kabuklarını değiştirirken, ekstra eşitsizlikler zuhur eder. Yeni teknolojinin difüzyonu belli başlı birkaç noktadan başlar ve yaygınlaşana kadar, o noktalar ve yakın komşulukları, daha önce bilinmeyen, mevcut olmayan bir tür imtiyazı tecrübe ederler. Bu da yeni bir politik issue demektir, politik alana yeni bir boyutun eklenmesi demektir. Üzerine konuştuğumuz mevzu, Cambridge Analytica ve Trump tarafından politik alana taşınmış olmasaydı da politikti yani.
O halde, en azından iki sebeple sevinebiliriz.
Birincisi, mevcut skandal teknolojinin kendisinin değilse de onun hakkındaki farkındalığın olağanüstü bir hızla difüzyonunu mümkün kıldı. Aslında teknolojinin kendisinin difüzyonu da hızlanacaktır bu sayede. İkincisi, mevzu zaten politikti ama antika politika kurumuna mevzuun politik olduğunu anlatmak çok müşküldü. Şimdi şıp diye anladılar.