Fark
Tayfun bir gün, bir sohbet sırasında, “erozyona laf söylüyorlar ama erozyon olmasaydı, binlerce yıldır ekip biçtiğimiz alüvyon ovaları olmayacaktı” deyiverdi.
Fena yakalanmıştım.
***
Bir.
Tayfun bu lafı ederken, yıllardır söyleyegeldiğim şeyleri teyit eden bir misal olarak söylemişti. Ama ben yıllarca, tabiatın küçük farkları büyüttüğünü, İkinci Kanuna inat soğuktan alıp sıcağa, alçaktan alıp yükseğe, yoksuldan alıp zengine aktardığını, böylelikle iş yapmak için lazım gelen enerjinin üretimi için imkân yarattığını söyleyip durduğum halde, erozyonun da bu kapsamda ele alınabileceğini hiç aklıma getirmemiştim.
Neden?
Çünkü erozyon kelimesine olumsuz bir değer yargısı yüklemiştim. Nötr değildi, yüksüz değildi erozyon kelimesi benim beynimde.
Hiçbirimiz için hiçbir kelimenin yüksüz olabileceğine ihtimal vermiyorum. Değer yargılarından bağımsız konuşmanın mümkün olduğunu hiç zannetmiyorum. Yani kendi değer yargılarımla da, başkalarının değer yargılarıyla da dövüşmek aklımdan geçmez. Sadece işaret etmek istiyorum ki, birçok işe yarayan değer yargıları, birçok şeyi de aşırı zorlaştırır. Erozyon misalinin gösterdiği gibi mesela, dünyayı kavramakta istihdam ettiğim kavram haritasını genişletmeme manasız sınırlar koyabilir. Ve ben bunu hiç fark etmeden onlarca yıl yaşayabilir, hatta ölebilirim.
Emek kelimesine mesela, muhtemelen binlerce yıl boyunca yüklenmiş bir yük var. İnanç kelimesine farklı kesimlerin yüklediği farklı yükler var. Ve saire… Mahalle baskısı denen kavramın işleyişinin asıl yakıtı, kelimelere yüklenen değer yargılarından ibaret. Herkes kendi gettosunda, her kelimeyi öğrenirken onun yükünü de ediniyor.
Sonrası, sağırlar diyaloğu…
Sağırlar diyaloğu olumsuz bir şey, öyle değil mi? O halde ben, kelimelerin öğrenilirken değer yargılarıyla birlikte öğrenilmesine, dolayısıyla gettolaşmaya ve dolayısıyla da mahalle baskısına olumsuz bir yük yüklemiş oldum. Ama öyle değil. Az önce dediğim gibi, her işe yarayan şeyin sayısız maliyeti var. Mahalle baskısının da sayısız maliyeti var ama çok işe yarıyor. Eğer mahalle baskısı denen şey, yani sosyal kesimlerin değer yargılarını paylaşması olmasaydı, sosyoloji diye bir şey olmayacaktı. İnsanlık, tabir caizse, kusursuz gaz gibi bir şey olacaktı.
Ama değil.
Değil ama yine de herkes, toplumların istikbalinden söz ederken, sanki toplumlar kusursuz gazmış gibi söz ediyorlar. Şu kadar sıkıştırılırsa sıcaklığı şöyle yükselecek, şu kadar ısıtılırsa şöyle genişleyecek filan gibi… Öyle olmuyor. Doların yükselmesi, farklı sosyal kesimlerde farklı —ve farklı seviyelerde— reaksiyonlara yol açıyor. Bir bilardo topunun bir bilardo topları grubuna vurması sonrasındaki gibi saçılıyor her etki. Olup biten her şey bu sayede mümkün oluyor.
Mesele şu ki, değer yargıları da eskiyor, aşınıyor. Zamanında kurtulamadığımızda, maliyeti faydasını aşıyor.
***
İki.
Erozyon, yüksekten alıp alçağa taşır. Yani yeryüzündeki seviye farklarını giderir. Zaten benim erozyon hakkında Tayfun’un söyleyiverdiği şeyi o söylemeden fark edememiş olmamda, erozyonun seviye farklarını gideren, dolayısıyla da İkinci Kanunu dayatan fonksiyonun önemli bir rolü olduğunu zannediyorum.
Ama…
Erozyon, öte yandan, eğer taşınıp bir yerlerde biriktirilmezse pek de işe yaramayacak ince toprak tabakalarını bir yere yığıp işe yarar hale getirir. Seviye farkını azaltırken, başka bir farka yol açar yani.
Hayat böyle. Daha önce yazmıştım, siz cinsiyetler arasındaki eşitsizlikle mücadelede başarı kazanıp, tıp eğitiminde eşitlik sağladığınızda, hekimler hekimlerle evlenmeye başlar ve haneler arasında gelir farklılığı büyür.
E, o halde uğraşmayın demiyorum. Amacınıza ulaştığınızda amacınıza ulaşmış olmayacaksınız, onu söylemek istiyorum. Hiçbir vakit bir limana varmış olmayacaksınız. Hep yolda olacaksınız. Bu da, bence, iyi bir hal.