Farkların Büyümesi
Kaosçular 1980’lerde, birçok başka şaşırtıcı gerçeklikle birlikte, farklı seviyelerdeki karmaşıklık düzeyinin aynı olduğunu da keşfetmişlerdi. Mesela bir insan vücudunun karmaşıklık düzeyi beyninkiyle, onunki de bir nöronun karmaşıklık düzeyiyle aynıydı. Şaşırtıcı ama kompleks sistemlerin böyle hologramik bir karakteri var gibi duruyor.
İki yazı önce dedim ki, küçük sosyal gruplarda roller üleşilir, o rollere göre vücudun kimyası, o kimyaya göre de duruş, tutum ve saire zuhur eder. Sonra dün dedim ki, muhtemelen büyük bir toplumun sosyal kesimleri arasında da böyle olur. Şimdi de demeye çalışacağım ki, muhtemelen uluslararası arenada, ulusların rol dağılımı da benzer prensiplere göre şekilleniyordur.
Yani mesela Türkiye’de seçkinler ucuzculuk yapmasalar, bilmedikleri şeyleri bilenlerden öğrenmeye çalışan insanlar olsalardı, Türkiye’nin kurumları ona göre tesis edilmiş olsaydı, Türkiye ile Fransa arasındaki statü farkı, iktisadi verim farkı, güç farkı, akla gelen her fark yine tastamam şimdiki gibi zuhur edecekti belki de. Fransız ahalisi yine bizden çok daha fazla testosteron, biz onlardan çok daha fazla endorfin üretiyor olacaktık.
Kim bilir?
***
Yıllarca Civilization oynadım. Oyunu oynarken fark ettim ki, dünyada çalışanlar kazanmıyor, çalanlar kazanıyor. Çalmak kelimesi, ille de kanunsuz bir fiili adlandırıyor olmak zorunda değil, hatta üretimi çalınanların gönülsüzlüğü bile şart değil. Sanayici olursunuz, işçinin emeğinin katma değerine el koyarsınız mesela. Sizinle işçi arasındaki gelir farkı büyür.
Hoş değil. Değil mi?
Bence hoşluktan o kadar da uzak değil. Eğer siz olmadığınızda işçi emeğini satabileceği bir imkâna sahip değilse, o imkânı var edebilecek enstrümanları yoksa mesela… İşsiz bir işçinin emeğinin katma değeri olmaz ama zaten değeri de olmaz.
Hoş değil.
Ama evrim böyle işliyor. Termodinamiğin ikinci kanununa göre, âlemde farkları gidermeye yönelik bir eğilim var. Ama evrim, bariz bir biçimde, farkları büyüterek yol alıyor ve evrimin işleyişinin ikinci kanunla apaçık bir çelişki sergilemesi de birçok kişinin kafasını kurcalıyor. Penrose’un da yaptığı gibi, bu çelişki, güneş enerjisinin mevcudiyetiyle açıklanıyor. Şöyle: İkinci kanun, ancak kapalı sistemlerde, yani dışarısı ile enerji alışverişi olmayan sistemlerde geçerli. Ama dünya açık bir sistem, güneşten enerji alıyor. Elhak, doğru.
Doğru ama bir şey söylemiş de olmuyor. Mesele şu: Güneşten gelen enerji, mesela yüksek bir yerden bırakılan ve yere düşmüş olan bir kayayı ısıttığında, kaya o enerjiyi yeniden potansiyel enerjiye dönüştürüp eski yüksek konumuna sıçrayıvermiyor değil mi? Evet, güneşten gelen enerji olmasa evrim olmazdı ama o enerji evrimin yakıt kaynağını açıklar sadece, o yakıttan nasıl olup da ikinci kanuna ters bir mekanizmanın işlediğini açıklamaz.
Neyse…Evrim, farkları büyüterek iş görür.
Darwin teorisini yayınlamak konusunda gönülsüzdü. Gönülsüzlüğü, dindar kesimlerden göreceği reaksiyonla açıklanıyor genellikle. Bence öyle değil. Teorisinin ciddi açıkları vardı. O, Newton’unki gibi, matematiksel bir model kurmak istiyordu, o amaçla yola çıktığını kendisi söylüyor. Modeli öyle bir model olmaya bir hayli uzaktı hâlâ.
Teorinin en önemli açıklarından biri, her bir yavrunun, ebeveynlerin özelliklerinin ortalamasını alacağı varsayımıydı. Uzun boylu bir baba ile kısa boylu bir annenin çocuğu orta boylu olacaktı gibi… Eğer öyle olsaydı, ortalama akıllı biri bile kolayca tahmin edebilir ki, kısa süre içinde her topluluk ortalama özelliklere sahip standart bireylerden mamul hale gelir. Tam aksi oluyordu.
Nasıl?
Her bireyin sonraki nesillere aktardığı kod dijital olduğundan. Yani sürekli (continuous) olmayıp, kesikli (discrete) olduğundan. Ama Darwin genetiği bilmiyordu, dijital genetik kodun varlığından haberdar değildi ve 19. Yüzyılın hâkim varsayımı, âlemin sürekli olduğuydu. Dolayısıyla Darwin’in aklına dijital bir kodun gelmesi bile imkânsızdı. (Yeri değil belki ama 19. Yüzyılın sonunda Planck, fizikteki problemlerden birinin, enerjinin paketler halinde transfer edilebileceği, yani daha küçük parçalara bölünemeyecek bir enerji biriminin mevcut olduğu varsayımıyla çözülebileceğini bulduğunda, bulduğu çözüme kendisi bile inanmamıştı. Âlemin sürekli olduğu zannı o kadar sebepsiz yere o kadar yaygındı yani. Ama sonra bu varsayımdan kuantum teorisi çıktı.)
***
Yukarıdaki bunca lafı, sizi şuna inandırmak için ettim: (a) Âlem kesiklidir, (b) âlemin kesikli olması, farkların büyütülebilmesi için elzemdir ve (c) farkların büyütülebilir olması, evrim için elzemdir. Evrim bu imkânı kullanarak işler. Eğer farklar zamanla büyütülmeseydi, alçak olandan yüksek olana irtifa, fakir olandan zengin olana servet, güçsüz olandan güçlü olana güç transfer edilemez olsaydı, birkaç milyar yılda evrim tarafından imal edilmiş olan göz kamaştırıcı çeşitlilik de olmayacaktı. Evrim diye bir şey olmayacaktı.
İnsan medeniyeti —tıpkı biyolojik türler gibi— evrimleşiyor. Bu evrimleşme süreci de, tıpkı biyolojik türlerin evriminde olduğu gibi, insan topluluklarının arasındaki farkların büyütülmesiyle gerçekleşiyor. Yani ki, siz ne yaparsanız yapın, Fransa ile Türkiye arasındaki farkın büyüme eğiliminde olması mümkündür.
Ama…
Bunu böyle kabul ediyor olsam bile, Türkiye’nin mevcut pespayeliğini içime sindirdiğimi söyleyemem. Bir vakitler bir İnternet listesinde yazışırken, “çalışan kazanmaz, çalan kazanır, çocuklara durmadan ‘çalış kazanacaksın’ demeyin, hayal kırıklığıyla baş etmek zor oluyor” yazdım diye başım derde girdiydi. Hâlbuki demiştim ki ilaveten, “çalışmakla zengin olunmaz ama çalışmak iyidir, zengin olmayı o kadar umursamamak da mümkün ayrıca”. Akşam’da yazarken de Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na “çalıştık, Başbakan olduk, sen de çalış, sen de ol” türünden bir lafı üzerine, “çalışmakla Başbakan olunsa, memlekete milyonlarca Başbakanlık koltuğu lazım” diye bir yazı yazdıydım.
Çalışarak kazanılmaz. Başbakan da olunmaz. Ama çalışarak zevkli bir hayata sahip olunabilir. Çalışarak, çok değerli bir yığın vasıf kazanılabilir. Onları kazandınız diye Fransızları aşamayabilirsiniz ama bir gün evrimin rüzgârı istikamet değiştirdiğinde, belki de onlar sayesinde aşabilirsiniz de… Kim bilir?
***
Bence uluslararası rol üleşimi, mesela bundan kırk yıl önce, Türkiye ne yaparsa yapsın değiştirilebilir değildi. Dünyanın her toplumuna belirli roller paylaştırılmıştı ve her rolü üstlenen toplum, kendi rolüne uygun bir kimyayı da üretmişti. Türkiye’nin rolüne düşen de, üçüncü sınıf bir roldü. Bol miktarda endorfin üretiyor, her şeye rağmen bir yerlerde biriken azıcık enerjimizi de birbirimizi kırmak için telef ediyorduk.
Ancak 1980’lerle birlikte, yaklaşık üç yüzyıllık düzen sürdürülemez bir hal almaya başladı. Batı medeniyetinin kavram haritaları iflas etti. (Kavram haritasının unsurlarından biri mesela, yukarıda sözünü ettiğim süreklilik varsayımıydı. Onlar buldular kesikliliği ama kendileri de inanamadılar.) Kendilerini muzaffer kılan kavramları terk etmeleri müşküldü. Başkaları, bambaşka bir modelle sahneye çıkıp, dünyanın haritasını da altüst edebilirdi. Bu, bir ihtimal olarak, uzun süre sonra ilk defa uluslararası sistemde belirmişti. O başkalarından biri de bizdik. Ama biz, iflas etmiş bir haritayı, toplumun ona en yabancı kesimlerine bile enjekte edecek bir siyaset yaşadık.
Erdoğan’ın Türkiye’ye yaptığı en büyük kötülük, daha önce de defalarca dediğim gibi, Türkiye’nin en ücralarına bile eski modeli enjekte etmesi. Dünya yeni bir modeli hâlâ bekliyor ve bence eninde sonunda birileri bir modelle zuhur edecek. Ama o birlerinin arasında Türkiye olmayacak. Çünkü Erdoğan Türkiye’nin üzerinden kadastro geçirdi.