Fazlası Kabızlık Yapan Mutabakat
Sinesteziyi —yani algı çaprazlanmasını— anladığım kadarıyla, bir hastalık olarak tanımlıyorlar. Hani mesela 6 rakamını görünce onu mesela sarı renkte görmeyi, sayılar ile renkler arasında bir karşılıklı eşleşme algılamayı… Sayılar ve renkleri eşleşmiş olarak algılayan biri ise, bu işi becerememeyi bir eksiklik, bir nevi hastalık olarak tarif edebilir ama…
“İyi ama 6 sarı değil ki” demeyin. Nereden biliyorsunuz? Sizin beyninizde rakam gördüğünüzde aktive olan bölge, renkleri ayırt eden komşu bölge ile yeterli kontağa sahip değil diye, gerçekliğin de sizin gördüğünüz gibi olduğuna nasıl hükmediyorsunuz? 6 rakamı pekâlâ sarı ile alakalı olabilir ve siz o alakayı fark edecek bir donanıma sahip olmadığınız için dünyayı eksik algılıyor olabilirsiniz.
Tersinden düşünelim. İnsan türünün büyük çoğunluğu rakamlar ile renkleri eşleşmiş olarak algılıyor olsaydı, beynin öyle örgütlenmesine yol açan genetik kod daha yaygın olsaydı, “rakamlar ile renklerin ne alakası olabilir ki” denebilecek miydi?
Denemeyecekti.
Rakamlar ve renkler arasındaki çaprazlama üzerinden bir yığın sanat eseri, bir yığın felsefe üretilmiş olacaktı. Mesela trafik ışıklarından işaret levhalarına, mimariden eğitime kadar bir yığın alanda rakamlar ile renklerin karşılıklı birbirlerini çağrıştırmasından faydalanan bir yığın iş işlenmiş ve işleniyor olacaktı. Öyle bir dünyada şimdiki halinizle yaşıyor olsaydınız, bir yığın şeyden faydalanamayacak, sıradan bir şehirde yardımcısız yolunuzu bulamayacaktınız. Size hasta muamelesi yapacaklardı.
Yani?
Kime hasta dendiği, bir mutabakat meselesi. Mutabakatın biyolojik temelleri olabileceği gibi, pekâlâ, sosyolojik temelleri de olabilir —zaten de genellikle vardır. Siz Türkiye’de c, a ve n harflerini yan yana gördüğünüzde, zihninizde bir şeyler tetiklenir. Aynı harfleri İngilizler bir İngilizce metinde yan yana gördüklerinde bambaşka şeyler… Onlar can kelimesinin filanca anlama gelmesi hususunda mutabık kalmışlar, biz bambaşka bir anlama gelmesi hususunda…
***
Beyin bir ağ, bir network… Herhangi bir uyaran, mesela gözünüzün retinasına değen bir foton, sadece bir çizgi üzerindeki sinirlerin uyarılmasına yol açmıyor. Sadece görmeyle ilgili bölgelerdeki sinirlerin uyarılmasıyla bile sınırlı kalmıyor. Mesela gördüğünüz sevdiğiniz biriyse başka bölgeler harekete geçiyor, elindeki kanlı bıçakla üzerinize gelen bir yabancıysa bambaşka…
Biz bu beyinlerle biliyoruz. Organizasyonu böyle olan beyinlerle…
Beynin organizasyonunun bambaşka bir mahiyeti daha var. Birlikte uyarılan nöronlar, zamanla, hep birlikte uyarılır şekilde eşleniyorlar. Yani birini uyaran herhangi bir uyaran, diğerini de otomatik olarak aktive ediyor.
Diyelim “bizim referanslarımız” tamlamasını işittiğinizde veya okuduğunuzda, pekâlâ zihninizde Osmanlı kelimesini işittiğinizde uyarılan bölgeler de uyarılıyor olabilir. Eğer bu toplumda yeterince yaşamış, az çok neler döndüğünden haberdar biriyseniz, bence, uyarılması gerekir. Siz aslında kendinizi o “biz”den saymasanız da fark etmez.
Hatta “bizim referanslarımız” kalıbını işittiğinizde kendinizi o kastedilen “biz”den saymıyorsanız, muhtemelen, Osmanlı kelimesinin uyardığı bölgeler daha şiddetle uyarılıyordur. Kardeş katli, bir fuhuş merkezi olarak harem, kanlı savaşlar, âlemin çocuklarını küçük yaşta çalmalar, gösteriş, şiddet, keyfilik, geri kalmışlık ve saire gibi bir yığın kavram, eşzamanlı olarak zihninize üşüşüyordur. Az ötede biri var ve aynı kalıbı işittiğinde yine Osmanlı ve düzen, zarafet, şefkat, örgütlülük, zenginlik, saygınlık, gelişmişlik, mamur bir ülke, barış gibi kavramlar üşüştü zihnine.
Tetikleyiciler tastamam aynı. Ama çocuk yaşta beyindeki nöronlar sizinkinde farklı, onunkinde farklı bağlantılar yapmış. Sizin beyninizin topografyasında, şuraya düşen yağmur damlası soluğu Akdeniz’de alırken, ötekinin beyninde Karadeniz’de alıyor.
Anlaştık mı?
Peki, “bizim referanslarımız” tamlaması veya Osmanlı kelimesi, aslında hangi kavram seti ile yan yana gelmeliydi? Hangisi doğru? Kim haklı?
Açtınız önünüze kitapları, başladınız sizin haklı olduğunuza delil olduğunu düşündüğünüz şeyleri sıralamaya. Bir dakika… Onlar sizin beyninizde Osmanlı kelimesini işittiğinizde filanca kavramların da belirivermesine yol açan şeyler zaten. Zaten vaktinde onları okuduğunuz, o kavramlarla düşündüğünüz için şimdi Osmanlı kelimesini işittiğinizde zihninize bu kavramlar üşüşüyor. İki taraf için de söylüyorum, herhalde bellidir de yine de açıkça ifade edeyim.
Hangisi doğru?
Canım kardeş katline cevaz veren düzenleme orada apaçık yazılmış değil mi? Yazılmış. Ama şurada da merhametin ne kadar yaygın olduğuna, adaletin nasıl hassas tarttığına dair deliller var mı? Var.
Filan.
Kim haklı?
Herkes haklı. Çünkü bunlar, özü itibariyle, mutabakat meseleleri.
Mutabakat meselesi ise…
O halde herkesi okula çekeriz, her bir çocuğa Osmanlı kelimesini işittiğinde zihnine hangi kavramların üşüşeceğini öğretiriz, yani her bir beyinde aynı bağlantıların oluşmasını sağlarız… Bir mutabakat oluşturur, böylelikle de bir millet inşa etmiş oluruz.
Olabildik mi? Olamadık.
Ama şu oldu: Okullarda aslında bir mutabakat inşa etmek derdinde olduğumuz unutuldu, okullarda inşa edilenin doğru olduğu, hakikat olduğu, o yüzden okullarda okutulması tercih edildiği zannı, mutabakat arama ihtiyacının yerini aldı.
Türkiye’de aslında, birbirinden farklı iki mutabakat dövüşüyor ve her ikisi de sadece birer mutabakat olduğunu unuttu, kendisini hakikat zannediyor. Eh, bu hal zaten kendi başına dert kaynağı. Ama mesele bununla sınırlı da değil. Hatta meselenin aslı burada değil. Asıl meydan savaşı itibar meydanında veriliyor. Memlekette itibar, Osmanlı kelimesini işittiğinde zihnine kanlı kaos görüntüleri üşüşenlerin tekelindeydi bir nevi. Diğerleri, muteber olmak istiyorlarsa, Osmanlı kelimesini işittiklerinde zihinlerine barış ve saygınlık gibi kavramların üşüştüğünü gizlemek zorundaydılar. Şimdi tam da bu terazinin kendilerine ait kefesinin ağır basması için var güçleriyle abanıyorlar.
Demiş oldum ki, aslında bir itibar savaşı var. Savaşın tarafları, muhtelif hususlarda farklı mutabakatlara ulaşmışlar ama böyle bir farklılık şart değildi. (a) İtibar savaşı ille de mutabakat savaşı olmak zorunda değildi ve (b) her mutabakat farklılığı savaşa yol açmaz. Burada itibar savaşı ile mutabakat farklılığı üst üste örtüştü. Ve her iki taraf da kendi kavramlaştırmalarının bir tür mutabakat olduğunu unutmuş, hakikat savaşı yaptıklarını zannediyor.
Yani üç katlı bir bina var. Asıl hesap en alt katta, itibar katında görülüyor. Ara katta mutabakatlar ikamet ediyor. Kameralar üçüncü kata kurulmuş, hakikat zannedilen şeyleri sergiliyor. Üçüncü kata bakıp, bu binada neler olduğunu da, neden olduğunu da anlayamazsınız.
Dahası… Üçüncü katta kendisini çok daha donanımlı gören zevat, yani Osmanlı deyince zihnine kanlı kaos görüntüleri üşüşenler, başka hiçbir sebeple olmasa bile, sırf alt katlarda neler olduğundan bihaber olduklarından bu savaşı kaybedecekler.
Olan hepimize olacak.
***
Peki, biz güncel olanı bir yana bırakalım. Şu zırvalıklardan, ahir zaman çılgınlıklarından başımızı kaldırıp, ciddi işlere biraz vakit ayıralım.
Türkiye iki mutabakat arasında bölünmüşse, hâlâ bir istikbali olabilir mi? Hangisinde mutabık kalmalıyız?
Az önce misal olarak kullandım, lisan mesela mutabakat meselesi. Türkler ve Kürtler ayrı diller konuşarak, birbirlerinin ne dediğini anlamayarak, belirli bir nesnenin adı üzerinde mutabık kalmayarak, başka hususlarda mutabakat sağlayabilirler mi? Sağlayabilirler ve sağlıyorlar.
Veya Türkçe konuşanlar, yağmurlu havada evden çıkarken kendisini yağmurdan korusun diye aldığı nesneye hepsi de şemsiye diyen insanlar, başka hususlarda mutabık kalamayabilirler mi? Kalamayabilirler. Mesela Osmanlı kelimesinin hangi kavramları çağrıştırması gerektiği hususunda hepsi mutabık kalamıyor.
Bir milletin her hususta tam bir mutabakat sahibi olması gerektiği, kendi kafasındaki nöron bağlantılarına hayran olan, hakikati keşfettiğinden şüphesi olmayan zihinlerin fantezinden başka bir şey değil. Beni “mutabakat da mutabakat” diye tutturmuş biri olarak görüyor, dolayısıyla da “yemişim mutabakatınızı” dememe şaşırıyor iseniz, sizi suçlayamam.
Ama yemişim mutabakatı.
Mutabakat zaten olur. Siz olsun istemeseniz de… Sizin istediğiniz yerde olmayabilir, mesela kimse asansöre inerçıkar demeyebilir ama sizin istediğiniz mutabakat olmadı diye biri asansöre çiçek, öteki böcek de demez. Mutabakat, genellikle, koreografı olmayan bir danstır, kendiliğinden zuhur eder. Yani… Mutabakat öyle korunacak, muhafaza edilecek, pamuklara sarılacak, gözbebeği gibi gözetilecek kutsal bir nane değil. O olur. Olduğu kadar olur.
Fazlası da zaten fena halde kabızlık yapar.