Fehmi Beyin Halleri
Fehmi ta lise yıllarından beri kendisini hep ülkesinde gurbette hissetti. Arkadaşları ile karşılaştığında “selamünaleyküm” demesi yadırganıyordu ya, Fehmi ciddi ciddi, “selam” dese sünneti yine de ifa etmiş sayılır mı, bilenlere sordu durdu. “Bilenler” dedikse, abilere yani.
Zamanla Fehmi de merdivenleri tırmandı. Abileri gibi, bilmediğini hiç belli etmeden, fetvalar vermeye başladı. Danışılmak, fetva vermek hoşuna gitti. Arada başına buyruk takılanlar, Fehmi’nin fetvalarına itiraz edenler oluyordu. Fehmi sürüden ayrılanları aforoz etmeyi de öğrendi. Fehmi’nin etrafındaki salkımın gürbüzleşebilmesi için potansiyel Fehmi’lerin tasfiyesinin gerektiğini de, hayatı boyunca işine çok yarayacak olan hayatın bu acı gerçeğini de o süreçte öğrendi Fehmi.
Fehmi ikiye bölünmüş bir dünyaya doğmuştu. Gençken iki dünyayı birleştirmek, kendisine ait olmayan dünyayı fethetmek konusunda kararlıydı. Çok geçmeden fark etti ki, eğer dünyayı birleştirebilirse, hoşuna giden pek çok şey imkânsız olacak. Gençler Fehmi’nin dizinin dibinde fetih planlarını dinlemeyecekler. Fehmi’nin ağzının içine bakmayacak, söylediklerini karbon kâğıdıyla çoğaltıp, birbirleriyle paylaşmayacaklar. Eğer birleştirilebilirse, dünya Fehmi’yi umursamayacak. Fehmi fetih planlarını iptal etti ve elbette kimseye bunu belli etmedi. O gün bugündür, Fehmi’nin yegâne derdi, bu bölünmüşlüğün bekası. Ne pahasına olursa olsun, düşmanların hayatta kalması gerekiyor. Düşman yoksa imal edilmesi lazım.
İslam’ın ritüellerini kariyerlerine zarar vermeden nasıl uygulayacaklarını tartışıp dururken, mesela hayrın da şerrin de Allah’tan olduğunu tartışmaya vakitleri kalmadı. Dolayısıyla Fehmi, ancak Hıristiyan-Yahudi gelenekten gelen birinin inanacağı kadar kesinlikle, iyi özneden kötülük, kötü özneden iyilik neşet edemeyeceğine iman etti. Zaten dünyanın ikiye bölünmüşlüğünü sürdürebilmek için de böyle inanmayı sürdürmesi, hatta yayması lazımdı.
Fehmi önce Fehmi Abi, sonra Fehmi Bey oldu. Akademisyen olmasına karar verilmişti. Abilerinin himmetiyle Amerika’ya gitti. Tecavüzcüsüne âşık oldu. Her bir şeyi dosdoğruydu şu Amerika’nın. Zenciler de Türkiye’den görüldüğü gibi masum değildiler, bütün kötülükler onlardan kaynaklanıyordu. Bir şarkı söylemeyi, bir de basketbol oynamayı biliyorlardı, o kadar.
Sonra devran döndü. Fehmi’nin abileri mebus, bakan oldular. Fehmi’nin arkadaşlarını da genel müdür, daire başkanı yaptılar. Fehmi televizyonlara çıkmaya, gazetelerde yazmaya başladı.
Fehmi, neticeyi hâsıl etmenin Allah’ın işi olduğuna kafa yoracak vakti de bulamadı. Ancak nefret ettiği Batılıların inanabileceği kesinlikle, neticelerin kendi işi olduğuna hükmetti. Kendi planlı, programlı çalışmasının ürünü değil miydi bu göz kamaştırıcı başarı, mesela?
Neticeyi hâsıl edeceğini zannettiği şeyleri, yalan olduğunu bile bile söylemeye, yazmaya başladı. Hasımları da öyle yapıyordu zaten. Gaye vasıtayı meşru kılıyordu. Fetih planları ertelendiğinden bu yana, gerçi, gaye dövüşü sürdürmekten ibaretti. Çocuklar gevşemesinler, korkup yarı yoldan dönmesinler diye, ne lazımsa yazıyor, söylüyor Fehmi. Rakiplerini halletti, ilk seçimde rektörlük sözü de aldı. Daha ne ister Fehmi?
Bayram gerçi Fehmi’nin, ama size de mübarek olsun.
***
Not: Salı günü kendisine hitap ettiğim Erol da, Fehmi de, hayali şahıslardır. Gerçek şahıslarla benzerlikleri tesadüftür. Ama onlardan on binlercesi birbiriyle dövüşüp duruyor işte.
Cemalettin N. TAŞCI