Ferman Bizimdir
Dün demiş oldum ki…
Sizin/benim neler olup bitiyor olduğu hakkında habere ihtiyacımız var. Teorik olarak bu ihtiyacı karşılama mukabili hayatını kazanan ve hayatına anlam katan birileri vardı —kendilerine gazeteci deniyordu. Elbette yansız, tarafsız filan değillerdi —hiçbiri değildi. Hiçbiri işini kusursuz iyilikte yapacak vasıflara sahip de değildi. Ama —en azından teorik olarak— haber bulmaya ve onu yayınlamaya çalışıyorlardı.
Burada bir parantez açıp, basın-yayın okullarında ezberletilen mottoyu hatırlatayım: Haber, birilerinin yayınlanmasını istemedikleri şeydir. Geriye kalanı halkla ilişkilerdir. Eh, filancanın yayınlanmasını istemediği başka, falancanın istemediği başka. Gazeteler tarafsız değillerdi ama biri şunu, biri bunu haber yapıyor, medya bir bütün halinde fonksiyonunu yerine getirmiş oluyordu.
Memlekette gazeteler ve gazeteciler vardı. Paralel olarak yürüyen, gazete görünümlü halkla ilişkiler mecraları da vardı. Veya gazetelerin —nereleri olduğunu bizim bilmediğimiz— bazı sayfa ve/veya sütunları, haber görünümlü halkla ilişkiler faaliyeti için ayrılmıştı. Ama, sanki, bize öyle geliyordu ki, arada haberler de vardı, gazetecilerin yaptıkları haberler.
Bir noktadan sonra haberler ve gazetecilik tamamen buharlaştı, geriye sadece halkla ilişkiler faaliyeti kaldı. Demirören ve Terim gibi mahlûkatın “ama Milli Takım hepimizin, medya da onun başarısı için üstüne düşeni yapmalı” filan diye zırvalamalarının dayanağı, medyayı bir halkla ilişkiler mecrasından ibaret olarak görmeleri. Demirören ve Terim’e göre milli takıma zarar verecek bir şey mi yakaladınız, onu haberleştirmeyeceksiniz yani. Öyle değil de böyle yazacaksınız, milletin milli takıma sempatisi ancak öyle ayakta tutulabiliyor. Demirören ve Terim’in milli takımı, gerçeklerin ahali tarafından bilinmesinden fena halde mustarip oluyor. Nedense… (Ama problem Demirören ve Terim’in bu kafaya sahip olması değildi, bu zırvalıkları zırva olarak görmeyecek kadar normalleştirmiş olmamızdı, o da ayrı.)
Eh, bu kafanın varacağı liman belli. Hatta varacağı limanı beklemeye lüzum yok, bir adım sonrasında, milli takım için her şeylerini feda eden Demirören ve Terim’e zarar veren şey, milli takıma da zarar verir. O halde susmalısınız.
Bu kafa Demirören ve Terim kafası değil, Erdoğan kafası. Beyzade, cahilliğiyle, aymazlığıyla, azgınlığıyla memleketi perişan edecek, ama siz memleketin perişanlığını söylemeyeceksiniz. Yoksa siz gayrımilli misiniz? Ajan mısınız? Terörist misiniz? Memleketin kötülüğünü istiyor olmalısınız, yoksa vatandaşın polisi olmayı inkâr edip Erdoğan’ın polisi olmayı tercih etmiş polisin, sorgusuz sualsiz onca cana kıyarken verdiği zayiatı unutmaz, Gezi’nin yıldönümünü kutlamaya kalkmazdınız.
Ara bakiye şu: Erdoğan memleketin görüp gördüğü en vasıfsız, en yetersiz muktedir. Rüzgâr esse yıkılacak kadar derme çatma hale getirdi memleketi ve zaten rüzgâr estiğinde yıkılıyor bir şeyler. Yıkılması Erdoğan için dert değil, ama bunun duyulması fena halde dert. Dolayısıyla Erdoğan’ın medyadan beklediği de belli: Amigoluk.
Eh, bütün bunlar böyle ve artık bütün dünyada böyle. Katlanalım. Ama zat-ı şahaneleri ve önlerine attığı kemiklerle koro halinde havlattığı mahlûkat bir de bize millilik, vatanseverlik filan öğretmeye kalkmıyorlar mı? İnsanın içi kaldırmıyor. Ulan biz, rüzgâr esse yıkılacak değil, fırtınaya dayanacak bir memleket istiyoruz, yapılabilir olduğunu da biliyoruz. Yapamayan ve mevcuda katlanmamız gerektiğini, bu derme çatma yıkıntıdan daha iyisinin olmayacağını bize söyleyip duran sen mi, siz mi bizden vatanseversiniz? Hadi oradan… Aşağılık hainler güruhu. Bir iktidar uğruna memleketin bütün hayallerini, geçmişini, geleceğini trampa etmiş hırsızlar, uğursuzlar sürüsü…
***
Kaldığımız yerden devam edelim. Medya bir sektör, bir iş alanı idi. Bir business oldu. Onu iştigal alanı olarak seçmiş olanlar memleketin haber ihtiyacını karşılama mukabilinde gelir elde ediyorlardı, haber ihtiyacını karşılama dolayımını ortadan kaldırarak, doğrudan halkla ilişkiler enstrümanı olarak faaliyet göstererek gelir elde etmeye başladılar. İtibarları yerlerde sürünmeye başladı. Yani gelir elde edemez duruma geldiler. Onları kullananlar havuzdan finanse ederek gazete görünümlü halkla ilişkiler bültenlerini ayakta tutuyorlar. “Ama bu haksızlık ve ahlaksızlık” dediğinizde, Erdoğan gürlüyor “vay gayrımilli herif, vatanın menfaatleri, tek vatan, tek millet” filan. İşareti alan köpekleri hep bir ağızdan havlamaya başlıyor “adam Müslüman diye içine sindiremiyorsunuz” filan…
Mesele şu ki, bir business halini alan sadece medya değil. Siyaset de bir business. Adam her sabah bakara makara bir tweet atıyor, işine bakıyordu mesela. Hayır, sizin ne beklediğinizi de anlamıyordu. Kazanıyor muydu? Kazanıyordu. Siz kazanabiliyor muydunuz? Kazanamıyordunuz. Doğru yere dükkân açmamıştınız, adam açmıştı. Adamla derdiniz neydi sahi?
Siyasetin bir iş kolu, bir endüstri olması da yeni bir şey değil. Ama yine de, en azından teorik olarak, siyaset dolayımından para kazanmak için önce siyaset yapılması icap ediyordu. Para kazanmak, siyaset denen faaliyeti doğru dürüst yapmanın yan ürünü idi. Şimdi artık doğru dürüst siyaset yapma zarureti de kalmadı —yukarıda dediğim gibi, atarsınız her sabah bakara makara bir tweet, kâfi.
Ve nihayet, her sabah bakara makara karıştırma zarureti de ortadan kalktı, Trump sayesinde. Herif Arabistan’a gitti, bilmem kaç yüz milyarı aldı, Arabistan’ın Katar’a istediğini yapmasına icazet verdi. O kadar. Ver parasını, yap istediğini… E ama Katar’da Amerikan üssü varmış, filan. Onları bu business’e karıştırmanın âlemi ne? Yarın da Katar öder Amerika’nın fiyatını, ne istiyorsa yapar. Bu kadar basit.
Sahiden de bu kadar basit, bilmiş olun.
Bilmiş olun ve —birincisi— “ah o eski güzel günler” filan diye sızlanmayın. O eski günler pek de güzel değildi. Körfez kralları yine bastırıyordu parasını ve istediğini alıyordu. Ama sanki parasını bastırıp almamış da, haklı olduğundan almış gibi yapılıyordu. Bir bakıma daha adice yani.
İkincisi, “ama onlar öyle, bunlar öyle değil” filan zannetmeyin. Hepsi, herkes öyle. Sizin teorik varsayımlarınızın geçerli olduğu hiçbir alan, hiçbir alanda o varsayımlara göre davranan hiçbir aktör kalmadı —eğer vardıysa. Bunu bilin ve yol haritanızı ona göre çizin. Bizim, bizden gayrı güvenebileceğimiz hiçbir kurum, hiçbir muktedir yok. Hiç yok. Muhtemelen bundan önce de yoktu ve fakat ticaret erbabı gibi davranmak, müşteri olan bizlerin de gönlünü hoş etmek zorundaydılar. Şimdi öyle bir zaruret kalmadı. Artık bakkaldan değil, hipermarketten alışveriş yapıyorsunuz ve kasiyerlerin şu marketten değil de bu marketten alışveriş etmeniz gibi tehditleri hesaba kattıkları yok. Market sahiplerinin de hesapları arasında sizi hoş tutmak filan yok. Onlar sizin davranış kodlarınızı analiz ettiriyor, şu rafa, şu yüksekliğe yerleştirilmiş, şu renkte bir ambalajın ne kadar satış yapacağını hesaplıyorlar. O kadarsınız, o kadarız.
***
Bütün bunlar böyle. Böyle olması hoş değil ama daha önce olanlar da hoş değildi. Asıl mühimi, dün de ima ettiğim gibi, eğer eski günleri güzel günler olarak görür, onların bir biçimde ihya edilebileceği hayalleri kurar durursanız, bizim sağlığımıza kavuşma ihtimalimiz kalmayacak. Bu faz değişimi safhasından çıkmamız gerekiyor ve eski halimize dönerek değil. Bu faz değişimi safhasından çıkışın bir yolu —daha önce inşa edilmiş, bulmamız gereken bir yol— yok. Yol açılması gerekiyor. Bizim yerimize kimsenin açacağı da yok, bizim açmamız gerekiyor.
Bizim her birimizin haber alma ihtiyacımızı istismar ederek, sosyal kesimlerimizin ifade edilme ihtiyacını istismar ederek bizi soyan bu hırsızlar güruhu, bu insansevmez, vatansevmez, hiçbirşeysevmez alçaklar sürüsü, bizi birbirimize kırdırarak, kudreti merkezileştirerek, her şeyi ikiye indirgeyerek yolunu buluyor. Bu eşkıya sürüsü, şehre inip neyimiz varsa yağmalayıp, dağlarına dönüyor.
Gün, “dağlar padişahınsa, ferman bizimdir” diye ayağa kalkma zamanı.