Fransa, Dünya ve Türkiye
Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu bitti.
Kötü haber, Le Pen —babasıyla başlayan süreç içinde en yüksek oy oranına ulaşarak— ikinci tura kaldı. İyi haber, 2012’deki oy oranının üzerine sadece dört puan koyabildi.
Le Pen’i tanımam etmem —diğer adayların hiçbirini tanımadığım gibi. Tanıdığım Fransızların sayısı bile iki elin parmaklarını geçmez zaten. E, o halde nedir Le Pen düşmanlığımın sebebi? Üstelik hanımefendinin babasından kalan mirası ciddi oranda törpülediğini de biliyorum. Eşcinsellere karşı tutumdan idama, kürtaja kadar bir yığın konuda babasına kıyasla geri adım attığını mesela…
Önce bu hususlardaki pozisyonumu netleştireyim, sonra atiye bakarız.
Le Pen’e veya herhangi başka bir siyasetçiye şahsi bir garezim yok. Herhangi bir siyasete de yok. Düşmanlık, nefret, intikam gibi duyguların kışkırtılmasından korkuyorum. Yaşadığı dünyayı beğenmeyip bir çırpıda her şeyi yoluna koyma iddiasıyla sistemlerin merkezileştirilmesine ve kudretin yoğunlaştırılmasına ise karşıyım. Hepsi bu.
Le Pen ikinci turu kazansa Fransa’da sistemi merkezileştirme ve Fransa’yı bir çırpıda düzeltme iddiasına sahip mi? Gördüğüm kadarıyla değil. Düşmanlık, nefret gibi duyguları istismar ediyor mu? Babası kadar değil. Aksine, çok ölçülü bir lisan kullanıyor.
Ama…
Dünyada düşmanlıktan, özellikle yabancı düşmanlığından ve daha da özellikle Müslüman yabancı düşmanlığından beslenenler, Le Pen’in muhtemel bir zaferinden nasıl etkilenecekler, muhtemel bir hezimetinden nasıl? Yani Fransa’da dün yapılan birinci turun ve bir süre sonra yapılacak ikinci turun neticeleri, mesela Macaristan’da, Hollanda’da, İtalya’da kimleri cesaretlendirecek, kimlerin kolunu kanadını kıracak? Mesele bu.
Le Pen’in mevzi kazanması, Le Pen’in aslında nasıl bir insan olduğundan filan bağımsız olarak, dünya genelinde yabancı düşmanlığının yükselmesinin bir göstergesi ve işareti olacak —o yabancı düşmanlığını yüreklendirip besleyecek. Fransızların, yaşadıkları problemleri yabancılara fatura edip işin içinden sıyrılmaya yeltendiklerinin işareti olacak. Aksi ise, dünyanın dört bir yanında “konforumuz zarar görse de bir arada yaşamayı sürdürmeliyiz, düşmanlık yapmadan problemleri çözmenin yolunu bulmalıyız” diyenlerin manevra alanını genişletecek.
Yoksa Fransa özelinde, akşamdan sabaha Tunuslular, Cezayirliler kapı dışarı edilmeyecek veya tersine şüpheler, öfkeler silinip gitmeyecek.
Böyle bakınca Le Pen’in dünkü kısmi zaferini nasıl okumamız gerekiyor?
Ben kendi hesabıma, korktuğum şeylerin zirve yaptığı, buradan ileri gidemeyeceği neticesini çıkarıyorum. E, işte yüzde 21,5. Hepsi o kadar. Onca saldırıya, onca yoksullaşmaya, onca iddia kaybına rağmen, Fransızların dörtte biri bile itibar etmedi monolitik ve izole bir Fransa fikrine… Bu dalga buradan geri döner.
Zannediyorum.
***
Dünya —daha doğrusu insanlık—bugün bizim başımızı kaşıyarak önünde bekleştiğimiz türden kavşaklara çok nadiren denk geldi. Meseleyi kabaca özetlemek gerekirse, cebelleşiyor olduğumuz problem, bildiklerimiz/öğrendiklerimiz ile kurumlarımızın hayatta kalma direnci (inertia) arasındaki gerilimden kaynaklanıyor.
Şöyle ki…
İnsanoğlu kooperatif bir tür, birlikte davranarak rekabet ediyor. Tür olarak rekabet avantajı yani, birlikte davranabiliyor olmasından kaynaklanıyor. Bu birlikte davranma işi, kurumlar yaratarak gerçekleşiyor. Dinler mesela, birer kurum. İçine doğduğumuz ve bize son derece tabii görünen devlet organizasyonlarının her biri yapay birer kurum. Her kurumun bir inertiası, bir hayatta kalma iradesi var. Ama öte yandan her kurum, bütün özneler gibi, kendisini manalı kılan, kendilerinden beslendiği kaynakları tüketiyor. Hepimiz değişiyoruz ve fakat bizim değişimimizde aslan payına sahip olan kurumlar bizim kadar esnek değil, aynı hızla değişemiyorlar. Dolayısıyla toplumlar ile kurumlar arasında bir gerilim doğuyor. Zamanla büyüyor.
Bugün aşikâr görünüyor ki, mevcut yapılar insanoğlunun birlikte davranmasına hizmet etmekten çok, birlikte davranmaya mani teşkil ediyor. On binlerce yıldır yaşananları delil olarak gösterebilirsek diyebiliriz ki, mevcut kurumlar yeniden yapılandırılarak aşılacak bu süreç. Ama o iş de, her vakit olduğu gibi, sancılı bir süreç olacak. Soru şu: Ne kadar sancılı?
İmparatorlukların, insanoğlunun o döneme kadarki en benzersiz organizasyonlarının tasfiyesi, üstelik de derme çatma görünen ulusal devletlere ufalanması bir dünya savaşı gerektirdi. Otoriter ve totaliter tasavvurların tasfiyesi, manasız ve dayanaksız görünen demokrasilerin önünün açılması, bir başka dünya savaşı gerektirdi. İkincisi ilkinin yaklaşık on katı cana mal oldu. Yine benzer bir bedel gerekecek mi?
Öyle olacağını tahmin ediyordum. Şimdi o kadar kötümser değilim. Fransa’daki seçimler, bir gösterge olarak, o yüzden mühimdi benim için. Le Pen’in göz kamaştırıcı bir zaferi, Avrupa’nın ve dünyanın birçok yerinde dominoları devirebilir, dünya —kısa süreli de olsa— ağır maliyetli bir sürece girebilirdi. Şimdi, sanki öyle dolambaçlı bir yola girmeden kavşağı geçebilirmişiz gibi bir hal var. Elbette kolay olmayacak ama bir imkân var gibi görünüyor en azından.
***
Türkiye?
Çok konuşmaya lüzum yok. Dünya ne yana gidiyorsa tam tersine giden bir ülkede yaşıyoruz. Dünyanın gittiği istikametin tersine gitmenin marifet olarak pazarlandığı bir ülkede üstelik. Dünyadan en uzak, dünya ile irtibatı en zayıf olan sosyal kesimler, hesap vermekten duydukları korku yüzünden ne yapacağını şaşırmış bir çete tarafından aşırı kışkırtılmış olarak, memleketin istikametini tayin ediyorlar. Karşılarında, onlara meşruiyetini sağlayan, tarihten, gerçeklikten tamamen kopuk, bir CHP var.
Günlerdir uygun bir metafor arıyorum, bulamadım. Şununla idare edin: Duvara bir tablo asmak istiyorsunuz ve bir delik deldiniz. Deliğe bir dübel çaktınız. Dübele bir vida yerleştirdiniz ve tablonuzu astınız. Eğer tabloyu kaldırmak isterseniz kaldırırsınız. Vidayı sökmeniz gerekiyorsa ve fakat vida dübele lüzumundan daha sıkı bir biçimde kaynamışsa, vidayı çıkaramazsınız, dübel de elinize gelir. Olacak iş değil a, dübel de duvara lüzumundan daha sıkı kaynamışsa, vidayı çıkarmaya çalıştığınızda duvar da elinize gelir.
Türkiye, Tansu Çiller’den kurtulamadığı için DYP’yi söküp atmak zorunda kaldı. Yılmaz’dan kurtulamadığından ANAP’ı… Kılıçdaroğlu’ndan kurtulamadığı için CHP’yi sökmeye çalışıyor, ama CHP’den de kurtulamadığı için büsbütün siyaset piç oldu. Siyasetin piç olması sayesinde de mahut çete bütün kurumları tarumar ederek Türkiye’yi dünyanın taşrası haline getirebildi.
Eğer ben dünyanın gidişatını doğru değerlendiriyorsam, Trump’ın maruz kaldığı direnç ve önce Hollanda sonra Fransa seçimlerinden yola çıkarak yaptığım çıkarsama doğruysa, dünya duvarında Erdoğan’ın ve çetesinin yeri yok. Ama görünen o ki, onu söküp atmak olacak iş değil, Türkiye’yi sökmek lazım gelecek.
Yıllardır belki de biricik taarruz hedefim olan mevcut siyaset mevzuatı, aslında, tam da her şeyin lüzumundan daha sıkı bir biçimde kaynamasını sağladığı için Türkiye’nin başını derde soktu. Değiştirilebilir olmayan her şey sıkıntı kaynağıdır. Ama artık öyle bir noktaya gelmişiz gibi görünüyor ki, bunları dert etmek için çok geç.
Görelim Mevla’m neyler…