Futbol Üstü Az Siyaset
Eskiden de “penaltıydı, değildi” veya “kırmızı karttı, değildi” tartışmaları oluyordu. Ama artık durum başka.
Aykut çıkıp “Beşiktaş’ı yendiğimize pişman ediyorlar” diyor. Fenerbahçe Beşiktaş’ı çatır çatır oynayıp yenmiş, bir yerlerde birileri “vay sen misin bunu yapan” demiş, bir tezgâh kurmuş, Akhisar maçının hakemi de ya tezgâhı kuranların tetikçisi olduğundan —veya tezgâhın etkisi altında kaldığından— maçı Fenerbahçe’nin elinden almış.
Mış…
Nereden çıkarıyoruz bunu? Şenol Güneş’e eksik ceza vermişler, Beşiktaş Başkanı televizyonlarda konuşmuş durmuş ve… Asıl mühimi, hakem Alper’i hatalı bir kararla atmış.
Güneş’e cezanın eksik olduğu doğru mu? Bence dibine kadar doğru. Orman Fenerbahçe maçlarından sonra televizyonlara çıkıp konuşup durmuş mu? Evet, öyle olmuş —gerçi Fenerbahçe maçını değil, Leipzig maçını konuşmuş ama konuşmuş yani. Alper de atılmayabileceği bir pozisyonda atılmış mı? Evet, atılmış.
Ama… Alper’in atıldığı pozisyondan dakikalarca önce Soldado atılabileceği pozisyonda atılmamış. Yani gerçekliğin, Aykut’un saydığı ve her biri doğru olan —doğru kabul edilebilecek olan— unsurlarının dışında, onun saymadığı unsurları da var. Madem hakem Fenerbahçe’yi doğramaya çıkmış, neden daha önce eline fırsat geçmişken Soldado’yu atmamış?
Soldado’yu atması gerekirdi ve bunu ben söylemiyorum. Aykut’un teorisini kendince sebeplerle tekrarlayan Rıdvan söylüyor. Aykut’un hikâyesini anlatıyor, anlatıyor ve sonra da ekliyor: “Hakem Soldado’yu a-ta-ma-dı, ‘atmadı’ demiyorum, ‘a-ta-ma-dı’ diyorum”. Kabahat TFF’de imiş. Falan, filan.
E, evet, TFF kabahatli. İyi de, her lafın başında, ilgisi olsun olmasın kendisine övgüler düzdüğün Erdoğan’ın marifeti o TFF. Her şey gibi… Nasıl Basketbol Federasyonu’nun başına, aday olması bile kanunen mümkün olmayan Hidayet’i getirmek için müdahil oldu ve keyfi bir biçimde kanunları hiçe saydıysa, Demirören için de müdahil oldu. Şimdi de olsun istiyorsun. Senin için olsun istiyorsun. Yani TFF için olağan şartlarda mücadele edip Başkan olmak gibi bir hayalin yok, Reis seni işaret etsin de sen ol istiyorsun.
Eh, referandum öncesinde herkesi Evet demeye davet edip, sonrasında da zerre kadar utanmadan “Evet dedik diye bizi cezalandırıyorlar” diyen Rıdvan bu. Hayır dediği için hayatı kararmış binlerce insan orada dururken, utanmadan… Demirören muhtemelen, bunca rezalete rağmen, sırf Evet dediği için koltuğunu muhafaza ederken…
Demeye çalıştığım şey şu: Eskiden de “penaltıydı, değildi” tartışmaları oluyordu. Ama “penaltıydı” diyenler penaltı olduğuna, “değildi” diyenler de olmadığına sahiden de inanıp tartışıyorlardı. Şimdi o inanma zarureti ortadan kalktı. Adam bal gibi biliyor, buz gibi penaltıydı, Hayır diyenler cezalandırılıyor filan. Ama yeterince yüksek sesle ve yeterince kalabalık olarak aksini iddia ederlerse, kazanacaklar. Mühim olan penaltı olup olmaması değil, kazanmak. Akhisar karşısında kepaze olmakta bir beis yok, hanesine üç puan yazılsa Aykut için kâfi. Demirören’in karşısına geçip onu alt edecek şeylere kafa yormaya lüzum yok, Reis işaret etsin, bu defa kendisini işaret etsin, Rıdvan da Demirören’in yerini alsın, kâfi.
Nüanslara dair konuşuyormuşum gibi geliyor herkese. Ama işte Akhisar karşısında kepaze olduğu halde üç puanları alabildiği, filancanın yerine falancanın gelmesine Reis karar verdiği için bu haldeyiz. Eskiden, sanki futbol oynamaya çalışıyormuş gibi yapmak zorunda hissediyordu Fenerbahçe kendisini. TFF’nin başına geçmek isteyen de, sanki kurullar bir iradeye sahipmiş gibi yapmak zorundaydı en azından. Şimdi bu zaruretler tamamen ortadan kalktı.
Netice alınıyor mu? Bir netice alınıyor. Fenerbahçe mesela, yarışın içinde tutulabilir —bu futbola reğmen. Rıdvan da TFF’nin tepesine paraşütle inebilir. İyi de Fenerbahçe mesela Avrupa’da başarılı olabilir mi? Rıdvan’ın TFF’si memleketin futbolunu değer üretir hale getirilebilir mi? Namümkün.
Mesele şu ki, Fenerbahçe taraftarı, üstelik aksine inandığı halde “kırmızı kart değildi, bize komplo kuruluyor” diye konuşanlar dâhil hiçbiri, oynanan oyundan memnun değiller. Rıdvan’ın en fanatik taraftarları bile artık ondan iğreniyorlar, TFF’nin başına geçsin de Fenerbahçe biraz nefes alsın diye destekleyebilecek olsalar da…
Yani?
Yani ortada derin bir boşluk var. Fenerbahçelileri sahiden memnun edecek çözümleri, futboldan beklentisi olan geniş kesimleri sahiden memnun edecek çözümleri üretenleri baş tacı edecek muazzam kalabalıklar var ve fakat onların talep ettiği işleri yapacak kimse yok.
***
Daha önce anlattım mı hatırlamıyorum. Anlattımsa tekrar hatırlatmış olayım. Yüksek Lisans yaparken birkaç ay boyunca, biri Kıbrıslı biri Silifkeli iki arkadaşımla aynı evde kaldım. İkisi de yemeğe müthiş meraklı idiler. Cumartesi sabahları beni alışverişe yollarlardı. Ne alacağımı sorduğumda “taze olan, güzel görünen ne varsa al” derlerdi. Dönüp geldiğimde, aldığım ne varsa mutfak tezgâhına sererler, ayıklarlar, temizlerler ve… Şunu yağda kızartır öldürür, ötekini kavurur, berikini haşlar, neticede —gerekiyorsa— şunlarla bunları bir arada fırınlar, akla ziyan bir lezzet yaratırlardı.
Dikkat isterim, o mutfak tezgâhının üzerindeki şeyler, muhtemelen kırk farklı türde işlenebilir ve örgütlenebilirlerdi. O kırk farklı organizasyonun da belki beşi, çok lezzetli olabilirdi. Yani, akşam sofraya gelen ve sofradaki herkesi müthiş memnun eden seçenek tek mümkün seçenek değildi.
Bir akşam, misafirlerden biri “siz bir restoran açmalısınız” dediğinde, “bir aya kalmaz iflas ederler” diye tamamladıydım cümlesini. Çünkü bir yaptıkları yemeği bir daha yapamıyorlardı. “Ya siz geçen ay bir karnıyarık yapmıştınız” dediğimde mesela, suratıma tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Yaptıkları her karnıyarık, bir önceki karnıyarıktan farklı oluyordu. Onların bu tarzı, restoran işletmeye kalkanlar için öldürücü olurdu. Restoran dediğiniz, fabrikasyon bir lezzettir. Restoran müşterisi, her geldiğinde, daha önce tecrübe ettiği ve beğendiği lezzeti talep eder. Benim ev arkadaşlarım ise size lezzeti garanti ediyorlardı, bildiğiniz lezzeti değil.
Aykut, mutfak tezgâhının başına geçtiğinde, tezgâhın üzerindekilerden nasıl bir lezzet imal edileceğini bilen biri değil. O, mesela biber dolması yapmayı biliyor. Tezgâhın üzerindeki taze patlıcanlar, soğanlar, muhtelif otlar, kuşbaşı etler filan, otomatik olarak “işe yaramaz” oluyor. Eh, herkesi doyuracak kadar biber, pirinç ve kıyma da yok. Artık önünüze ne gelirse… Zaten pirinç dolmalık değil, kıyma da… Biberler de pek taze değil filan. Dolma zaten yetersiz de, lezzetli de olmuyor. Herkes aç kalkıyor sofradan.
Aykut “pazara ben çıkacağım” diyor. Çıkıyor. Sadece biber, pirinç ve kıyma alıyor. Eğer biber dolması sevmiyorsanız, aç kalıyorsunuz. Aykut “bize komplo kuruyorlar” filan diye… Anladınız siz onu.
Aykut’u, Rıdvan’ı var eden zihinsel iklim ile CHP’yi, MHP’yi, HDP’yi var eden iklim, aynı iklim. Daha tezgâhın başına geçmeden ne yapılacağına karar verilmiş olmalı ve o yapılacak olan şey için ne gerekiyorsa tedarik edilmiş olmalı. Çok makul —ve aksi mümkün değil gibi— görünüyor ama hayat öyle işlemiyor işte. Çarşıdan alıp geldiğiniz biber mesela dolmalık olmayabiliyor ve… Beyefendiler başlıyorlar “bu biberle bu kadar” demeye…
Yukarıda özetlediğim tutumu mühendisçe bir tutum olarak adlandırabiliriz. Batılılaşmış/Batılılaştırılmış olan herkese alternatifi olmayan bir yaklaşım gibi görünen bu tutumun bir alternatifi olduğunu Levi-Strauss Yaban Düşünce’de göstermiş ve adını da bricoleurluk olarak koymuştu. Her hafta sonu olağanüstü lezzetler imal eden ev arkadaşlarım, işte, tam da Levi-Strauss’un sözünü ettiği bricoleurlardan idiler. Bir reçeteye göre tedarikler yapıp bir yemek üretmek yerine, eldeki malzemeye bakıp onları değerlendirerek bir lezzet üretecek şekilde davranıyorlardı.
AKP, yeterince kalabalıklar tarafından, yeterince sıklıkla tekrarlandığında, yalan olduğunu kendilerinin bile bildiği yalanların gerçekmiş gibi pazarlanabileceğini gördü. Size de öyle görünüyor değil mi? Yanılıyorsunuz. Durum öyle değil.
Durumun aslı şöyle. AKP yalanı iyice kavurup, yanına biraz hayal biraz öfke filan ekleyip servis ediyor. Masada başka şey yok ve ahali el mecbur açlığını onunla bastırıyor. Çünkü —tekrarlıyorum— masada başka şey yok. CHP aslında ne güzel bir yemek yapacaktı ama biber bulamadı, HDP şöyle ağzımıza layık bir karnıyarık yapacaktı ama patlıcan yok, Akşener kolları sıvadı ve yakında “kıyma yok” diye çıkacak… Filan.
Aykut’un, Rıdvan’ın nasıl müşterisi yoksa, Erdoğan’ın ve çetesinin de müşterisi yok, sizi temin ederim. Olan da kalmadı. “Bizim oğlanın lokantasında yiyelim de o kazansın” diyenler de artık “ya tamam da, biraz da lezzetli bir şeyler yap kardeşim” noktasına geldiler. Gelince ne oldu? Ertuğrul Özkök mesela ellerini ovuşturup “oh benim Ortadoğu bataklığı masalını şimdi kazıklayabilirim bunlara” demeye başladı. CHP’liler laikliğin o manasız yorumunu sokuşturabilecekleri hayalini kurmaya başladılar. Birileri “eh seve seve olmasa da başka türlü, Kürtçülüğü yemek zorunda bunlar” filan diye hissediyor.
Kimsenin ahalinin karnını doyurmak, elde mevcut olandan lezzetli bir yemek yapmak derdi yok. Yani mesele malzemede, ahalide filan değil, aşçılarda. TFF elbette berbat ve hakemler de pek matah değil. Ama Valbuena fena malzeme değildi mesela. Mesele, Valbuena’yı iki ay içinde eskitip, “ulan bu takımda topu verdim mi alabileceğim kimse yok, her bir şeyi tek başıma yapayım” noktasına getiren Aykut’un zihniyetinde… Fenerbahçeliler, Aykut’u sepetleyip yerine bir Maykut bulsalar problem çözülecekmiş gibi hissediyorlar. Hâlbuki yeni gelen de kafasında başka bir reçeteyle gelecek, bakacak ki onun reçetesinde Valbuena’ya yer yok mesela… Filan.
***
“Kardeşim CHP Cumhuriyetçilikten, laiklikten, MHP milliyetçilikten, HDP Kürtlükten vazgeçsin” filan diyor değilim. Yukarıda dedim, tezgâhın üzerindeki malzemeden kırk farklı menü çıkarılabilir. En az beşi de son derece lezzetli olabilir. “İlle de şu olsun” filan derdinde değilim. “Aşçı olun” derdindeyim. Aşçı olmayı mühendisçe bir zihinsel kod zanneden zevat da “ama biz zaten aşçıyız, bak sertifikamız da var” deyip, şaşkın şaşkın bakıyor suratıma.
Eh, memlekette yıllardır herkes meşruiyetini —yaptığı işin işe benzemesinden değil— oturduğu koltuktan aldığı için, herkese de son derece normal görünüyor o şaşkınlık. Öyle olunca da… “Beşiktaş’ı yendiğimiz için bizi pişman ediyorlar” filan…