Gelecek Burada Başlıyor
İnternet’ten önce Avrupa üniversiteleri birbirlerine bağlanmıştı, EARN (European Academic and Research Network) adı verilen bir sistemle. 1985’te Ege Üniversitesi Roma üzerinden ağa dâhil oldu, Anadolu Üniversitesi üzerinden bağlantı ODTÜ’ye getirildi ve ODTÜ diğer üniversitelere dağıtıldı. O dönemde Anadolu Üniversitesinde çalışıyordum, bu bağlanma sürecinde aktif görev aldım. Sonra da bir ağa dâhil olmanın ne manaya gelebileceğini idrak eden biri olmanın imtiyazını, bir süreliğine, bir avuç kişiyle paylaştım.
Bariz görünüyordu ki, ağa bağlanmamızla ağdaki diğer kullanıcılara pek az katkı sağladık. Ama isteyen muazzam katkı elde edebildi. Yani trafik, büyük ölçüde tek yönlüydü, Avrupa’dan bize…
EARN’i kim fonladı, bilmiyorum. Türkiye’de işin peşini kim kovaladı, onu da bilmiyorum. Ama Avrupalıların “canım sizin de bir katkınız olsun, yoksa bağlanmayız” filan diye mızıkçılık yapmadığını biliyorum. Hatta, bir ihtimal, fonların bir kısmını karşılamış bile olabilirler. Bizi de bağlamak konusunda bizden daha hevesli olmuş bile olabilirler.
Dünyayı devasa bir ağ biçiminde birbirine bağlama konusundaki heves, ağ fikrinin mucitlerinin sömürgecilik motivasyonlarıyla açıklanamaz. Çünkü EARN’in, inşa edenlere herhangi bir iktisadi katkısı yoktu. Çok geçmeden gerçekleştirilen İnternet için de benzer şeyi gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. İnternet’in bir “ekonomi” yaratacağına dair, ufukta bir tek emare yoktu. Netice olarak, sadece otuz yıl kadar öncesinden söz ediyoruz ama o günlerde yetişkin olup teknolojiyi takip eden herkes şahitlik edebilir ki, İnternet denen şey dünyaya geldiğinde, birkaç yıl içinde büyüyüp para kazanacağına dair kimsenin beklentisi yoktu. Dünyayı birbirine bağlamanın iyi bir fikir olduğu, mevcut Telekom altyapısının da bu işe kâfi olduğu düşünülmüştü, o kadar.
Kimse, sıradan insanların İnternet kullanacağını öngörmüş de değildi. İleride akıllı telefonlar çıkacak, baz istasyonları marifetiyle her yerden İnternet’e bağlanılacak filan…
Bağlanmak, bağlayanların bile öngörmediği neticelere yol açtı. Kısa süre içinde sayısız insan, bağlanmanın sağladığı imkânları fark etti. Mesela Kapanoğlu, Türkiye taşrasında, Ekşi Sözlük gibi bir platformu akıl etti —dünyadaki benzerleri arasında ilk olarak. Bu işi yaparken, tahmin ediyorum ki, bir gün gelip bunun iş olabileceğini hayal ettiyse bile kimseye söyleyememiştir —“deli bu” derler diye. Çok daha sonra Google’ı yapanlar, birkaç milyon dolar veren olsa, mallarını satacaklardı, veren çıkmadı. Yani, mesela Google üzerinden kişisel verileri derleyip buradan bir ekonomi üretmek gibi hayaller yoktu.
Otuz yıl önceki gözlerimizi bir yerden bulsak ve bugüne o gözlerle baksak… Şaşkınlıktan küçük dilimizi yutarız. Bugünün, yani milyarlarca dolarlık bir iş hacminin gerçekleştiği ve hızla genişlediği İnternet dünyasının gözleriyle bakınca, her şeye türlü çeşitli manalar yüklenebiliyor. Hâlbuki bugünü kimse öngörememişti. Kimse!
Dolayısıyla, bugünden yarına bakarken de, ne kadar dehşetli yanılabileceğimizi hesaba katarak konuşmak gerekiyor.
***
Birkaç yıl önce The Economist, patent başvurularındaki istatistiklere yaslanarak, icatlar çağının sona erdiğini iddia etmişti. Kısmen haklı sayılır. Edison’un ampulü benzeri icatlar, o dönemde, şimdilerdeki İnternet kullanım alanları gibi, adeta patlamıştı. Bugünlerde kimse, gittiğiniz restoranlara not vermenizi sağlayan küçük aplikasyonu için patent filan almıyor herhalde.
Ama mesela MR cihazlarını geliştirenler patentini almışlardır. Kim geliştirdi? Muhtemelen bir tek isim zikretmek mümkün değildir, televizyon için mümkün olmadığı gibi, bilgisayar için mümkün olmadığı gibi…
MR cihazları gelişmiş ülkelerde kullanılmaya başladıktan kısa süre sonra Türkiye’de de hizmete girdi. Bildiğim kadarıyla öyle bir hizmete girdi ki, nüfusa oranlandığında en çok MR cihazı olan ülkelerden biri Türkiye. Nispeten yoksul ve teknolojinin üretiminde zerre kadar katkısı olmayan bir ülke olarak… “Yok, biz bu işi sadece belirli imtiyazlılara ayırdık” diyen kimse olmadı.
***
Sayısız benzer misal verebilirim. Ama aksi de var. Mesela hibrid tohumlar konusunda, yanlış bilmiyorsam, belirgin bir tekelleşme var. Tekelleşmeye yol açanın ne olduğunu bilmiyorum. Patentler mi, arkasındaki bilginin opaklığı mı, üretim ölçeği mi, başka türlü caydırıcılıklar mı…
Ama şunu biliyorum, herhalde daha önce başka vesileyle anlattım. Artvin’de Açıköğretim sınavını yaparken, Artvin’de görevli öğretim üyeleri, İsrailli bilim insanlarının turist kisvesinde bölgeyi ziyarete geldiklerini ve bölgeye has flora ve fauna örneklerini topladıklarını anlattılar. Ama bizimkiler izin vermiyorlarmış, ajan gibi takip edip… “E onlara toplatmamanız iyi de, siz topluyor musunuz” dediğimde, Mars’tan gelmişim gibi baktılar.
Çok mesnetsiz bir tahminde bulunayım, Türkiye florasına ve faunasına ait biyolojik türlerin genetik bilgilerini toplayıp değerlendirmek için, mesela Eskişehir’e yeni yapılan stat için harcanan kadar para harcansa, muazzam bir veri tabanı oluşturulabilir. Neticede emek yoğun bir iş bu ve Türkiye’de emek o kadar pahalı değil. Kaldı ki kısa bir oryantasyonla bu işte görevlendirilebilecek olan genç üniversite mezunları, branşları itibariyle, muhtemelen işsizdirler. Veya bir yerlerde garsonluk yapıyorlardır.
Rantsa rant. Bu şekilde üretilecek bilginin de, muhtemelen eski Eskişehir Atatürk Stadının arsası kadar, hatta çok daha fazla rantı vardır. İsrailliler babalarının hayrına, bir yığın riski göze alıp Doğu Karadeniz dağlarına tırmanıyor değiller. Mesele şu ki, bu tür faaliyetlerden nasıl rant elde edilebileceğini bilmiyor Erdoğan ve şürekâsı… Onlar sadece kupon arazilerin rantını sağmayı biliyor.
***
Londra’da The Future Starts Here (Gelecek Burada Başlıyor) adıyla bir sergi açılmış, Işık gezmiş. Sağ olsun, sergide çektiği bazı fotoğrafları paylaştı. Serginin sunuşu şöyle:
“Yarının dünyası, bugün zuhur eden tasarımlar ve teknolojilerle şekillenecek. Bu sergi, piyasaya yeni sürülmüş veya henüz geliştirme aşamasında olan ve toplumun istikametini işaret eden, akıllı cihazlardan uydulara kadar yüz nesneyi bir araya getiriyor. Bazıları sanki bilim kurgu eserlerinden fırlamış gibi görünse de hepsi gerçek, araştırma laboratuvarlarının, üniversitelerin, tasarım stüdyolarının, devletlerin ve şirketlerin ürünleri.
“Etik ve spekülatif sorularla sizi, her biri artan ölçüde teknolojik etkiye maruz kalan dört senaryonun içine adım atmaya davet ediyoruz —kendiniz, toplum, gezegen ve ölümden sonrası. Buradaki nesneler sizin nasıl yaşayacağınızı, nasıl öğreneceğinizi ve hatta nasıl seveceğinizi ne şekilde etkiler?
“Buradaki nesnelerin inkâr edilemez gerçekliği, yarının hâlihazırda belirlendiği intibaını uyandırabilir. Ancak yeni şeyler, onların yaratıcılarının bile tahmin edemeyeceği yeni potansiyeller ve imkânlar ihtiva eder. Bundan sonra ne olacağı bize —bireyler olarak, vatandaşlar olarak ve hatta insan türü olarak bize— bağlı. Her ne kadar buradaki nesneler belirli bir geleceği ima etse de, gelecek henüz belirlenmedi. Geleceğimiz bize bağlı. Gelecek burada başlıyor.”
Tercümemin pek de başarılı olduğunu düşünmüyorum ama özellikle son paragraftaki tespitlere dikkat çekmek isterim. Polisçilik oynayan Türk bilim insanlarıyla köşe kapmaca oynayarak Artvin dağlarında genetik malzeme toplamaya çalışan İsrailli bilim insanları bir yanda, İsrailli bilim insanlarının hırsızlık yapmasına mani olmakla tatmin duyan, ne yiyen ve ne de yediren Türk bilim insanları öte yanda… Herkes kendi geleceğini inşa ediyor. “Biz, biyolojik çeşitlilik olarak dünyanın en zengin yörelerinden birinde ikamet ediyoruz” kof övünmesinin, “ulan bu İsrailliler zaten Türk düşmanı, bize hibrid tohumları kakalayarak…” yakınmasına komşu olduğunu, birinden öbürüne sadece bir adım mesafe olduğunu, bu topraklarda yeterince yaşamış olan herkes bilse gerek.
Yarının dünyasında elbette asimetriler olacak. Ama birileri imtiyazlı olacaksa, dünyaya imtiyazlı geldiklerinden olmayacaklar. Manasız şeylerden imtiyaz devşirmeye heves etmediklerinden olabilir.