Genler, Arılar, Kavramlar
Şöyle oldu (ara sallantıları atlayıp, sadece büyük depremlerin tarihini, basitleştirerek aktarıyorum):
Önce genetik malzemenin tamamının, yan yana dizilmiş genlerden meydana geldiği düşünüldü. Başka türlü düşünmek için, mesela malzemede gen sayılmayacak unsurların da bulunabileceğini veya genlerin arasında boş/manasız malzemenin de bulunabileceğini veya genlerin kısmen de olsa üst üste binmiş (bazı kesimlerin her iki gene de ait) olabileceğini düşünmek için bir sebep yoktu. Ama “öyle de olabilir” diyenlere “öyle olması için bir sebep yok ki” diye masum itirazlar dile getirilmedi. Onlarla alay edildi.
Hâlbuki genlerin tabiatı hakkındaki varsayımların hiçbir dayanağı yoktu. Gen dizilimlerini inceleyecek teknolojimiz henüz yoktu ve dolayısıyla da bu konuda hiçbir ampirik bilgi yoktu elimizde. Bilgi boşluğunu, dünyayı kavrayış tarzımızla doldurmuştuk. Biz olsak genleri, olduklarını varsaydığımız biçimde örgütlerdik. Eh, bizim kadar akıllı olan tabiat da öyle yapmış olmalıydı.
Elbette kimse “boşlukları dünyayı kavrayış tarzımızla doldurduk” filan demiş değil. Çünkü zaten öyle yaptığımız durumlarda genellikle öyle yaptığımızın farkında olmayız.
“Başka türlü neden örgütlenmiş olsunlar ki” dediğimiz genlerin her birinin ayrı bir sorumluluğu olduğu, her bir özelliğin de bir gende olduğu düşünülüyordu. Gen ne derse o oluyordu. Genler etkiliyor ama etkilenmiyordu yani. Neden başka türlü olsundu ki?
Sonra insanın genomu analiz edildi. Yüzde 2’sinden daha azının protein sentezinden sorumlu olduğu anlaşıldı. Geriye kalana hurda (junk) gen adı verildi. Çünkü gen dediğin protein sentezlenmesine sebep olurdu. Olmuyorsa, demek ki hiçbir şeye etkisi de yoktu.
O süreçte kavramsal haritalarımız değişmişti. Gerçi bir şeyin hem ona hem buna ait olmasına hâlâ hazır değildik, dolayısıyla genlerin her birinin birbirini dışlayan unsurlar olduğundan hâlâ şüphe etmiyorduk. Genler ile neticeler arasında birebir ilişkiler olduğundan, genlerin sabit kaldığından filan şüphe etmiyorduk ama tabiatın o kadar da akıllıca tasarım kabiliyeti olmadığını, bir yığın zırvalık da üretip durduğunu düşünmeye başlamıştık. Bizi, yani tabiatın kanserini üretmişti, daha ne olsun?
O tarihlerde muhtelif İnternet ortamlarında her mevzua maydanoz oluyordum. Motivasyonum yerindeydi. “Hurda denen bölgeler hiç de fonksiyonsuz olmayabilir” dedim. Hurda muamelesi gördüm. Nasıl olurdu? Koskoca bilim insanları onca yıl uğraşmış, genetik materyalin bilinen fonksiyonları ile bu bölgeler arasında hiçbir ilişki bulamamışlardı. Neden oradaydılar o halde? Besbelli işte, evrim sürecinde bir yerlerde bir işe yaramışlardı veya yaramamışlardı da rastgeleliğin bir neticesi olarak araya karışmışlardı.
Birkaç yıl geçmeden, başlangıçta aceleyle hurda olarak tavsif edilen bölgelerin hiç de fonksiyonsuz olmadığı keşfedildi. Genetik kodun protein sentezlemekten başka bir yığın fonksiyonu olduğu, protein sentezleme sürecinin öyle basitçe bir genin genetik şifresinin deşifre edilmesinden ibaret olmadığı, bir yığın karmaşık süreçler döndüğü filan gibi neticelere ulaştık. Elimde –sonradan öğrenilecek olan– bütün bu malumat olmadan, hurda denen bölgelerin bir işe yarayabileceği iddiasını nasıl ortaya koyabilmiştim? Boşlukları dünyayı kavrayış tarzımla doldurmuştum. Ben olsam genomu nasıl yapacaktıysam, tabiatın da benzer şekilde davranacağını varsaymıştım. Mesele şu ki, benim boşlukları doldururken kullandığım malzeme, büyük çoğunluğun kullandığından farklıydı.
Sonra genlerin, zannedildiği gibi, hurda malzemenin arasında, anlamlı ve birbirinden kopuk, özerk adalar olmayabileceği keşfedildi. Şuradaki bir gen ile çok ötedeki bir başka gen, bir proteinin üretiminde bir araya gelebiliyorlardı. Aynı gen şu şartlarda bu, bu şartlarda da şu proteini üretebiliyordu. Bu keşifler bazılarını çok da şaşırtmadı. “Ya o ya bu” anlayışından “hem o hem bu” anlayışına daha önce transfer olmuşlardı çünkü.
Ve nihayet, genetik malzemenin öyle değişmez olmadığını, genetik malzeme ile çevre arasında tek yönlü değil, karşılıklı iletişim olduğu keşfedildi. Çoğunluğun zihinsel haritaları bu safhaya henüz hazır değil. Ama hazır olacak.
***
Sadece bir tek alanda, çok çok özet bir gezinti yaptım. Mesela tastamam aynı genoma sahip eş yumurta ikizlerinin birbirinden veya klonların klonlandıkları canlıdan çok farklı özellikler sergileyebildiği (mesela bkz. http://drsophiayin.com/blog/entry/cloning-cats-rainbow-and-cc-prove-that-cloning-wont-resurrect-your-pet), dolayısıyla aynı sebeplerin hep aynı neticeyi doğurmayabileceği, canlılar âleminde esas meselenin ideal bir modele yakınsamak olmayıp –reklamcıların biyologlardan daha önce keşfettiği gibi– kendine bir yer bulmak olduğu filan gibi sayısız değişim geçirdi kavram haritalarımız.
Değişimi gerçi sadece bir tek alandaki gezintiyle özetledim ama hemen her alanda benzer bir değişim yaşandı. Daha önce demiştim mesela, tarihe bakarken “biz şu olguyu şu gerekçeyle açıklıyorduk ama mesele o kadar basit değilmiş, bir yığın faktör eşanlı olarak etki etmişler” filan demeye başladık ki, genetik alanında da tastamam benzer şeyler oldu/oluyor.
Mesela bir okuldaşım “senin toplumlar (ve bireyler) için hayatın dokusuna dayanarak söylediklerinin izdüşümleri başka noktalarda da dikkat çekmeye başlıyor anlaşılan” deyip, şu bağlantıyı paylaşmış: http://fivethirtyeight.com/features/stop-trying-to-be-creative/. Evet, bütün alanlarda değilse de, pek çok alanda, birbirine paralel bir kavram haritası değişimi yaşanıyor. Değişim, genellikle laboratuvarlarda ve akademik çevrelerde (ama bazen de reklamcılar gibi iş çevrelerinde, eskisinden çok farklı olarak nadiren düşünürler tarafından) imal ediliyor. Sonra toplumların seçkinlerine yayılıyor. Sonra anaakım medyada yer bulmaya başladığında, toplumun daha geniş dokularına nüfuz ediyor.
Bu süreç, zannedildiğinden, en azından benim tahmin edebileceğimden çok daha hızlı gerçekleşmeye de başladı. Varsa şöyle bir problem var: Günümüz toplumları çok büyük ölçüde uzmanlaşmış olduğundan, herkes sadece kendi alanındaki değişim hakkında fikir sahibi ve çok benzer şeylerin başka alanlarda da oluyor olduğunun farkında olmayabiliyor. Dolayısıyla da, farklı alanlardaki değişimin ortak paydasının analiziyle anlaşılabilecek olan kaymayı yeterince kavrayamıyoruz. Ve yine dolayısıyla, kendi alanımız olmayan alanlarda, mesela siyasette, mesela futbolda, sanki hiçbir şey değişmemiş gibi davranabiliyoruz.
***
İnsanların fabrikalardaki gibi, eksiksiz ve fazlasız bir biçimde departmanlara ayrılmadıklarını, ya o veya bu departmana ait olmadıklarını, toplumlarda direktiflerin fabrikadaki gibi tek yönlü akmadığını kısmen idrak ettik. Sonra toplumun işleyişi için, şöyle bir avuç seçkinin kâfi olduğunu, kalanların fonksiyonsuz olduğunu düşünmeye başladık. Sonra her bir insanın mesela Beşiktaşlılarla birlikte maça gidip, Fen Lisesi mezunlarıyla birlikte kavga edip, Anadolu Üniversitelerle birlikte çalışıp, çocuğu EAL’de okuyanlarla birlikte okul müdürünü şikâyet edip, seçimde kimseyle birlikte sandığa gitmeyebileceğini fark ettik.
“Fark ettik” dedimse, bazıları fark etti. Mimar Sinan Üniversitesinin, senin genlerini almış kızınla, ta Sırbistan’da doğmuş, bambaşka gen kompozisyonuna sahip birini aynı pakete soktuğunu, senin kızının senin yanında büyürken öğrendiklerinden bambaşka şeyleri o Sırp çocukla çizim yaparken öğrendiğini filan da bazıları fark etti. Çizim yaparken edindiği ve yaptığı çizime hiç katkısı olmayan şeylerin, edinilirken hiç akla gelmeyecek bir yerde birden işe yarayabileceğini de bazıları fark etti. Ama farkına vardığımız şeyleri henüz yeterince içselleştirebilmiş değiliz.
Gençlerin büyük bölümü, yakınsayacak bir rol model bulma peşinde değil, içinde kendilerine yer bulabilecekleri bir çevrenin peşinde. Biz de öyleydik gerçi ama bizim için bir mükemmel model, en azından varsayım olarak geçerliydi. Gençler farklı ve bu farkın yol açtığı sayısız sosyolojik netice var. Anlamaya çalışmıyor, olumlu veya olumsuz değer yargıları yapıştırıyoruz.
***
Yukarıda fazla hızla değindiğim şeylerden çok daha önemli olduğunu zannettiğim iki şey var, adlarını tam olarak koyamıyorum.
Birincisi, bir arı kovanında, hepsinin genetik kodu tastamam aynı olan bir yığın dişinin pek azı kraliçe arı oluyor, kalanları işçi arı oluyor. Kraliçe arılar, işçi arılardan çok uzun yaşıyorlar. Neredeyse iki katı büyüklükte oluyorlar ve hem kuyruk hem de baş kısmında, işçi arılarda olan organları eksik oluyor. Kraliçe arıların neredeyse tek işi doğurmakken, işçi arılar kısır oluyorlar. Aynı noktadan başlayan hayatlar için çok farklı kader çizgileri… Daha farklısı, muhtemelen hayal bile edilemez. Hayat çizgilerinin nasıl farklılaştığının mekanizmasını az çok deşifre etmeye başladık. Bu süreç aşağıdan yukarı (bottom-up) değil. Yani arı yığını arasındaki küçücük farklar süreç içinde büyütülerek (amplify) ortaya çıkmıyorlar. Çünkü zaten başlangıçta hiç fark yok ve üstelik de kraliçe arı kotası daha baştan belli. Ama yukarıdan aşağı (top-down) da değil. Çünkü ortada “şu kadar kraliçe arı lazım, onlar da şunlar oluversin” diyen bir otorite yok. Yani yukarısı yok zaten. Her şey içeride hallediliyor. Biz buna benzer bir halin, özellikle okulda sıklıkla yaşandığını görüyoruz. Sadece birileri matematik öğreniyor, birileri coğrafyada iyi oluyor filan. Ama sadece okulda değil, hayatın her alanında benzer bir doku var. Herkesin birçok olabilirliği var ve fakat birbirine göre pozisyon alma zarureti yüzünden olabilirliklerin birçoğu devre dışı kalıyor. Bu bilgi, benim bildiğim kadarıyla, benim az veya çok takip ettiğim alanların hiçbirinde henüz vurgulanmadı. Ama geleceğin kavram haritasının önemli bir bileşeninin bu bilgi olduğunu düşünüyorum.
İkincisi daha karışık. Biz, 20 küsur aminoasidin filanca şekilde organize olmuş haline gen diyoruz mesela, o genleri –tabir caizse– açıp kapatan, sessizleştiren ve fakat tastamam aynı malzemeden mamul aktörlere başka bir isim veriyoruz. Sonra bunların birine veya ötekine odaklanıp, süreci anlamaya çalışıyoruz. Hâlbuki izlediğimiz şey bir dans ve o dans birinin veya ötekinin işi değil. Hepsinin işi. Basit bir bütüncüllükten (holism) söz etmiyorum. Malzeme ayrışarak örgütleniyor, sonra örgütlülükler birbirleriyle muhtelif biçimlerde, kimi zaman dövüşerek, kimi zaman sevişerek yeniden etkileşime geçiyor. Bu tür süreçlerde de her şey içeride hallediliyor ama ortada kotalar filan yok. Dahası, yığınla icat gerekiyor. Farklı biçimlerde örgütlenilebiliyor. Filan. Hissettiğimi hoş bir biçimde ifade edemediğimin farkındayım ama zaten, bildiğim kadarıyla, işin bu yanına da pek vurgu yok henüz.
***
Eğer yanılmıyorsam, daha önce hızlıca sıraladıklarım, bu metinde hiç değinmediğim başkaları ve yukarıda sözünü etmeye çalıştığım unsurlardan yepyeni bir kavram haritası zuhur ediyor. O kavram haritası dünyayı, Suriye’de olup bitenlerin gidişatı ile kıyas kabul etmeyecek ölçüde değiştirecek.
Zaten de değiştiriyor.