Gerçeği Çarpıtmayın, Çatladıkapı Muhtarı Değil
Gerçeğin çarpıtılmasına asla razı gelemiyor adam, anlamadınız mı hâlâ! Görüşme kısa filan sürmedi. Çatladıkapı muhtarı değil adam… Dürüst ol, canını ye. Dürüst olmazsan? Kusura bakma!
Ah gerçek! Senin aşkın uğruna ne güneşler batıyor. ABD’sinden Avrupa’sına, Çin’inden Ruanda’sına, Suriye’sinden Rusya’sına dünyanın dört bir yanında herkes, istisnasız herkes gerçeğe gönülden sevdalı. Gerçeğin kılına halel geleceğini bilse, herkes şu fani dünyayı gözünü kırpmadan yakacak.
Seviyorum ben bu gerçeğe duyulan aşkı. Herkesin gerçeği kendi yatağına atma aşkını pek seviyorum. Gerçeğin ırzına geçme tekelini elinde bulundurmak için göze alınanlara bakınca…
***
Biz gerçeklerden uzaklaşmayalım —kim bilir belki bizi görür de bütün dünyanın rüyalarını süsleyen güzelle gerdeğe giren biz oluruz.
Adam —kendisi söyledi— Çatladıkapı muhtarı değil. Değil, mutabıkız değil mi? Sapına kadar gerçek bu.
Eh, Washington’a dünya lideri olarak gidip, “Çatladıkapı muhtarı değil” olarak dönmenin de bir manası olsa gerek. Galiba birileri, önceki gün, gerçeğe tosladı. Uzun bir aradan sonra, galiba, gerçek ile Beyaz Evin koridorlarında karşılaştı birileri. Eski bir sevgiliyle uzun bir aradan sonra karşılaşıvermek gibi olmuş olabilir mi? O sevgilinin hâlâ genç ve güzel, hatta yaş alınca eskisinden de daha alımlı ve güzel olduğunu fark edivermek gibi bir şeyler…
Olmadı, çok geldi. Ortada herhangi bir şeyi fark edebilecek özneler de yok, eski sevgili de…
Belki de ta başından beri yatağa atılmaya çalışılmış ama buna razı gelmemiş olan gerçek, Beyaz Evin koridorlarında bir defa daha rastlandığında, sanki hiçbir şey olmamış gibi, hiç reddedilmemiş gibi sırnaşana bir tokat daha aşk etmiştir. Bu aşk kelimesi, özneler dikkate alınırsa, yakıştı bakın. Böylesi olabilir.
Netice olarak gerçek şu ki, birileri “asarız, keseriz, eyy Amerika” kurgusundan, süklüm püklüm, “görüşme kısa değildi, Çatladıkapı muhtarı değiliz” gerçeğine rücu etti.
Çatladıkapı muhtarı olmayan zat, bence, Washington sürecinde, son derece parlak bir performans sergiledi. Gerçek bir performans. Gerçekler dikkate alınırsa, kendisinden asla beklenmeyecek bir performans. Ey gerçek, nelere kadirsin!
Özetle söyleyeyim, hani başlarda dillere pelesenk olmuş “diklenmeden dik durmak” vardı ya, aha işte bence Washington ziyareti tam da öyleydi. Uzun süredir “dik duramayıp durmadan diklenmek”ten ibaret olan politikalardan sonra, iyi geldi. Ayrıca ABD tarafının performansını da ihmal etmeyelim. Mesela görüşme süresi kısa da değildi. Öyle alakasız hava limanlarına indirip istiskale uğratmak filan gibi şeyler olmadı. Efendi gibi ağırladılar Amerikalılar, efendi gibi uğurladılar.
Ama…
Üç temel mevzu vardı:
Birincisi, “onu alma beni al” kıvamında, “bırak şu PYD’yi, Rakka’da balayına beni götür” mevzuu. Elbette şimdiden nikâh, balayı filan laflarını telaffuz etmenin fazla kaçacağını hissetmiş, gerçekliğin farkında olan bir tutum vardı —itiraf edin. Esas oğlanın izdivacına şimdiden talip olmak pek gerçekçi değildi, şimdilik mevzu, ABD ile PYD’nin arasını açabilmekle sınırlıydı.
Olmadı.
ABD tarafı, bu işin olmayacağını açıkça söyledi. Çatladıkapı muhtarı olmayan da, diklenmeden dik durarak, kendi açısından PYD’nin ne olduğunu açıkça söyledi. PYD’yi terör örgütü olarak tarif etti. Yakışan buydu. Doğru olan buydu. Ama bir neticesi olması mümkün değil. Bir defa dünya öyle kafana göre tarifler yapabileceğin bir yer değil. İkincisi, işine gelmeyen herkesi bir biçimde terörist olarak tarif ettiğinde terör kelimesinin içi boşalır. Ama asıl önemlisi, şu anda dünya seninle Kürtler arasında tercihini çoktan yapmış durumda. Bölgede sınırların uzun süre daha böyle kalacağına inanan kimse yok. Dolaysıyla da bir ulus devletin sınırlarının değiştirilmesi ihtimaline yol açan her öznenin otomatik olarak terörist olarak etiketlenmesi olacak iş değil.
İkinci temel mevzu, Gülen’in iadesiydi. İyi ve gerçekçi bir biçimde paketlenmişti —“iade etmiyorsanız, tutuklayın” gibilerinden…
Olmadı.
ABD tarafı, Çatladıkapı muhtarı olmayanın uçakta gazetecilere söylediklerinden öğreniyoruz ki, “siz de Bronson’u serbest bırakın” filan demiş. Bu da bir şeydir. Karşı tarafın mütekabiliyet sergileme ihtiyacı hissettiğini filan gösterir.
Üçüncü temel mevzu ise Zarrab meselesiydi. Benim açımdan esas mesele buydu. Suriye’de dışlanmaktan veya Gülen’in iadesinden daha mühim mi? Elbette değil. Ama diğer —mühim— meselelerde ne ile karşılaşılacağını biliyordum, bilmediğim sadece, cevapların nasıl verileceği idi. Küstahça, aşağılayarak mı söyleyecekler, duymazdan gelerek mi karşılayacaklar, kibarca “bu iş olmaz” mı diyecekler, pazarlığa mı kalkışacaklar? Bunları tahmin edemiyordum ve bence —yukarıda da işaret ettiğim gibi— Çatladıkapı muhtarı olmayan Washington’dan aşağılanmadan çıktı. Bu bile bir şey. Bence siz de yetinin, tadını çıkarın.
Zarrab meselesinde ise, nasıl bir cevapla karşılaşacağımızı bilmiyordum. Son haftalarda olup biten birkaç şey yüzünden, “diğer meselelerden vaz geçin, alın Zarrab’ı gidin” denebilir gibi geliyordu bana. Yani bu, bence, ihtimal dâhilindeydi.
Ve…
Türkiye için sınırın güneyinde olup bitenler, Gülen filan çok daha ehemmiyetli olsa da, Çatladıkapı muhtarı olmayan için Zarrab çok daha mühim olabilirdi. Zarrab verilmemişse? Demek ki ABD, Damokles’in kılıcını Çatladıkapı muhtarı olmayanın tepesinde tutmaya kararlı. Dinleyip, “olmaz” deyip göndermekle kifayet etmiyor. Burada bir bilgi var yani. Artık nasıl yorumlarsanız…
***
Neticede Çatladıkapı muhtarı olmayan boyunun ölçüsünü almadı, çünkü boyunun ölçüsünü bilerek gitmiş Washington’a. Bu da —son yıllarda zirve yapan hezeyanlar ile mukayese edilirse— özlenmiş bir şeydi.
Bunları okusa “Amerika büyük, Türkiye küçük, haddinizi bilin” dediğimi düşünecek bir yığın zibidi var. Ben dünyaya öyle bakmam. İsviçre de küçük mesela ama başına bizim başımıza gelmiş olanlar gelmiyor. “Eh, İsviçre’ninki gibi komşularımız olsaydı, biz de iddiasız olsaydık” filanların da hiç manası yok. Hadi bakalım, İsviçre’nin kendi alanı olduğunu varsaydığı alanlara tecavüz edin, neler olacakmış görelim. Mesele gerçekçilik. İsviçre gerçekçi. Durmadan gerçeğe duyduğu aşkı ilan edip durmaya ihtiyaç duymaması da gerçekçiliğinin delili. Birlikte yaşıyorlar.
Türkiye, tarihin yırtıldığı bir dönemde, coğrafyanın yırtıldığı bir yerde olmakla, İsviçre’nin asla sahip olamayacağı avantajlara sahipti. İçeride yığınları mobilize etmek uğruna manasız ve gerçekdışı bir propaganda yürütüldü, dış politika, hırsızlıkların hesabının verilmesine yol açabilecek bir iktidar kaybını ertelemek için kurban edildi. Mesele boyun kısa olması değildi —boy kısa da değildi yani—olmadığı kadar uzun gösterilmesiydi. Boyunun ölçüsünü bilen, işleri bu hale getirmez, boyunun ölçüsünü bilmeyi bile bir marifet olarak algılamak zorunda bırakmazdı bizleri. Boyunun ölçüsünü bilen, bölge oyununda Kürtleri ABD ve Rusya’nın kucağına atmaz, “benim boyum bu işe haydi haydi erer, Kürtleri yanıma çekebilirim, sonra da ikimiz birlikte…” filan derdi.
Sen emperyalizmden senin çektiğinden daha çok çeken Kürtleri kendi hasmın olarak göreceksin, sonra da uluslararası güç oyununda, dünyanın süpergüçleri ile aşık atacaksın. Gülerler adama. Senin boyun, sen öyle tayin ettiğinden, Kürtlerin boyuna denk. Sen tercih etmişsin, rakibin Kürtler. Sen Kürtlere sahip çıksaydın, senin ligin, Kürtlere şimdi sahip çıkanların, yani ABD’nin, Rusya’nın ligi olacaktı. Türkiye’yi küçülten, ABD’yi büyüten ben değilim yani. Kim? Benim ettiğim laflara bakıp “biz koskoca imparatorluklar kurmuş, dünyaya nizamat vermişiz” diye zırvalayan ahmaklar sürüsü… Bize dünya lideri lazım değildi, Çatladıkapı muhtarı olmadığını baştan beri bilen birileri, dünyanın mevcut konjonktüründe haydi haydi iş görürdü.
“Eh, neticede Çatladıkapı muhtarı olmadığını öğrendi ya” diyor da değilim ha. Sadece Washington’da öyle davrandı ve bizi sürüklediği felaketin daha da derinleşmesine sebep olmadı. Yoksa… Bunca yıldır öğrendik ki artık, malum zatın herhangi bir şey öğrenme kabiliyeti sıfır.