Geri Dönemeyiz
Huricihan İslamoğlu, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Köylü adlı kitabında, yanlış hatırlamıyorsam Çorum bölgesinin nüfus ve vergi kayıtlarından yola çıkarak, Osmanlı’nın gerilemeye başladığı, herhangi bir askeri başarının yaşanmadığı dönemlerde bile ekonominin dinamik bir karakteri olduğunu iddia etmişti. Yaygın bir varsayıma karşı bir itirazdı yaptığı —ve kendisi de pekala farkındaydı yaptığının ne manaya geldiğinin— çünkü (a) Osmanlı ekonomisi Osmanlı’nın varisleri tarafından bile savaş/yağma ekonomisi olarak etiketlenmişti ve (b) dolayısıyla da savaş ekonomisi dışındaki alanlarda durağan bir ekonomik yapı varsayılıyordu.
Mesela 15. veya 16. Yüzyıllarda, mesela Limoges veya Mannheim ekonomisi ile Çorum veya Diyarbakır ekonomisi arasında anlamlı bir fark öngörmek için bir sebebimiz yok. Limoges ve Mannheim’i rasgele seçtim, eğer kayda değer maden yatakları ve/veya ipek işlemeciliği, dokumacılık, bakır işlemeciliği ve sair zanaatlardan birinde özel bir uzmanlık biriktirilmiş yerlerse, evet, ekonomilerinin farklı dinamikleri olabilir.
Değilse…
Nüfusun ağırlıklı olarak tarımdan geçindiği, tarım ürünü fazlasının ancak “yakın çevre” ile değiş tokuş edildiği, merkezde yer alan büyükçe şehirde muhtelif zanaatların az çok geliştiği, nadir yetişen veya üretilen bir şeyler varsa onların nispeten uzak şehirlere ve hatta başkente taşındığı bir ekonomi, dünyanın hemen her yerinde norm idi —Çorum neden farklı olsun. Yani, eğer bir tufan vukua gelse ve Çorum ve havalisi dünyanın kalanından tamamen izole olsa, kimsenin hayat standardında anlamlı bir fark olmadan onlarca yıl sürebilecek bir ekonomiden söz ediyoruz. Böyle bir tufan halinde, hatta, İstanbul’a gidecek vergiler gitmeyeceğinden, aynı standardı muhafaza etmek için daha az çalışmak bile kâfi olabilirdi.
Mesela 16. —hatta 17.— Yüzyılda Çorum ve havalisindeki toplam tüketim, çeşitlilik itibariyle, 11. Yüzyıldakinden çok da farklı olmasa gerek. Olsa olsa artan nüfusa paralel olarak ve muhtemelen nüfustan biraz daha yüksek bir hızla “miktar” artmıştır. Yoksa, 11. Yüzyılda hangi meyveler yeniyor idiyse 16. Yüzyılda da o meyveler yenmiştir, yün nasıl eğiriliyor ve giysi haline getiriliyor idiyse az çok benzer teknolojilerle işlenmiş ve giysi haline getirilmiştir. Barınma, ısınma, ulaşım gibi alanlarda muhtemelen hemen hiçbir değişim yaşanmadan yüzlerce yıl geçmiştir.
Bugün otuz yaşında olan birinin hayatına, son yirmi yılda, büyük büyük dedelerimizin hayatına yüzlerce yılda girdiğinden daha çok “tüketim kalemi” girdi yani. Ekonomi, o dönemdekine kıyasla, kıyas kabul etmeyecek kadar dinamik. Ama o dönemde Avrupa’nın hemen her yerindeki ekonomi de, Çorum’unkinden çok farklı değildi. Olması için bir sebep yoktu.
Anlaştık mı? Bugünün gözleriyle bakınca son derece durgun ve “bölgesel” bir ekonomiden söz ediyoruz. Çünkü imalat, ulaşım ve bilgiişlem teknolojileri, sözü edilen uzun yüzyıllar boyunca pek değişmedi. Havalide tüketilebilecek olanın çok üstünde elma veya şarap üretebilir olsanız da manası yoktu çünkü (a) üretim fazlasını talebin olabileceği bölgelere taşımak için katlanmanız gereken maliyet, elde edeceğiniz kâra kıyasla yüksekti ve (b) zaten elde edebileceğiniz kârla daha iyi barınak, daha iyi ısınma, daha iyi giyim filan sağlama imkânınız kısıtlıydı çünkü ulaşabileceğiniz yerlerde bu alandaki teknolojiler az çok sizinki gibiydi.
Dünyanın hemen her yerinde tekrarlanan bu üretim ilişkilerinin istisnaları, maden işletmelerinin ve ipekçilik, dokumacılık, porselencilik, altın ve gümüş işlemeciliği, halıcılık gibi zanaatların yoğunlaştığı “şehirler” ile, bu tür emtianın ticaretinin gerçekleştiği limanlarda yaşanan üretim ilişkileri idi. Bir yerde birileri bir hususta uzmanlaşmışsa, o uzmanlığın difüzyonu da müşküldü, yine ulaşım ve bilgiişlem teknolojilerinin sınırlılığı yüzünden. Çok daha yenilerde Bulgaristan’dan Isparta’ya getirilen gül, uzun süre Isparta ekonomisinin belkemiği olduğu halde, mesela Konya’ya veya Denizli’ye yayılmadı.
Ekonomiye Giriş mahiyetindeki bu tespitlerden sonra…
Diyarbakır’ın ekonomisi 19. Yüzyıl ortalarında ne haldeydi, nerelerle irtibatlıydı, hangi ürünlerde fazla veriyordu, nerelerle ticaret yapılıyordu, bilmiyorum. Ancak bölgede ciddi bir Ermeni nüfus vardı ve muhtemelen Diyarbakır’ın zenginliği bir yandan Van’a diğer yandan Mardin’e, Musul’a, Erbil’e hassas idiyse şaşırtıcı olmaz. Yüzlerce yıl boyunca Diyarbakırlıların hatırı sayılır bir bölümü, muhtemelen Çorum veya Konya diye bir yerlerin mevcut olduğunu bile öğrenmeden ölmüşlerdir.
Sonra siz ulus-devlet ilan ediyorsunuz. Urfa ile Rakka, Mardin ile Hasiçi, Silopi ile Zaho arasından sınır geçiriyorsunuz. Ortalama bir Çorumlunun, Erzincanlının hayatında anlamlı bir fark meydana gelmiyor. Ama Ermenilerin mallarına el koyarak kısa süre öncesine kıyasla olağanüstü zenginleşmiş olan Kürtlerin hayatı kayıyor —dikkatinizi çekmiştir, Ermenilerin hayatlarındaki kaymayı es geçiyorum. Eskiden yaptıkları olağan ticaret, artık kanundışı oluyor.
Öte yandan, Çorumlu birinin dedesi için İzmir diye bir yer yokken, gelişen teknolojinin yardımıyla Çorumlu için İzmir ulaşılabilir bir yer oluyor. Çorumlu İzmir’e gittiğinde bir dil problemi yaşamıyor. Ama benzer etkilerin altında olan bir Diyarbakırlı İzmir’e gittiğinde… Yabancı… Telafer’e gitse yaşamayacağı ekstra sıkıntılarla karşılaşıyor.
Yani?
Ekonominin bölgesel karakterinin ortadan kalkmaya başladığı, ürünlerin çeşitlendiği, uzmanlığın mana taşımaya başladığı, üretim fazlasının iktisadi bir mana taşımaya başladığı bir dönemde, ülkenin bir bölgesi, doğal çevresinden kopuyor. Hangi bölgesi? Kış aylarında ülkenin diğer bölgelerine ulaşımın neredeyse tamamen imkânsızlaştığı bir bölgesi… O bölgeye “aydınlığı taşıma” filan gibi parlak laflarla öğretmen yolluyorsun, öğretmen öğrencilerin dilini bilmiyor, öğrenciler öğretmenin dilini…
Neticeten, bölge ile ülkenin kalanı arasındaki vites farkı büyüyor.
Çorum ve/veya Yozgat ile ülkenin kalanı arasındaki vites farkı da büyüyor. Çünkü mesela Eskişehir demiryolu geçtiği için, İzmir liman olduğu için, Adana aniden ehemmiyet kazanan pamuk sayesinde, Erzurum geniş bir bölgenin ticaret merkezi olarak tarihten devreden avantajı büyüdüğü için dünya genelinde yaşanan vites büyümesine uyum sağlarken, Çorum ve/veya Yozgat eski, geleneksel, bölgesel ekonomilerinde kalıyor. Anlaşılır şey mi? Anlaşılır, neticede halıyı kaldırmaya çalışıyorsan dört ucundan birden tutup tamamını kaldırmaya kalkmazsın. Bir ucundan tutar kaldırmaya başlarsın, zamanla her tarafı kalkar.
Yani?
Çorum’un Yozgat’ın kaderi Diyarbakır’ın, Hakkâri’nin kaderine benzer görünse de, aynı sebeplerden kaynaklanan, aynı karaktere sahip kaderler değil. Çorumlunun, Yozgatlının meseleyi yorumlayış tarzı da Diyarbakırlınınki ile aynı değil. Dikkat ederseniz, Çorum’da ve Yozgat’ta olmayan ama Diyarbakır’da olan toprak düzeni farklılığından, ulus-devletin o farklılığa karşı —yerine herhangi bir tedbir teklif etmeden— sistematik olmayan bir savaş vermesinden filan söz etmedim bile. Çünkü bahse konu olan toprak düzeni bölgenin geri kalmışlığının asli sebebi olarak gösteriliyor olsa bile, benim çizmeye çalıştığım perspektifte tali bir mesele. Esas mesele, bölgenin kendi habitatından koparılmış olması.
Bunları da Kürtleri mazur göstermek, Kürt meselesine alternatif bir bakış üretip çözüm için yol bulmak filan gibi motivasyonlarla tekrarlamıyorum. Neden tekrarlıyorum? Ulus-devlet dediğiniz şeyin hangi dinamiklerin ürünü olarak neşvünema bulduğuna, bu civardaki ulus-devletlerin dünyadaki ulus-devletleşme trendine “aceleyle” reaksiyon gösterirken hangi teferruatı ıskaladığına filan işaret etmek istiyorum. İmalat teknolojileri geliştiği için imalat artmış, ulaşım altyapısı geliştiği için fazla ürünü başka pazarlara taşımak ekonomik hale gelmiş, ama bir bölge doğal olarak ticaret yapageldiği yerlerle arasındaki bağlantı koptuğu için çaresizleşmiş. Ulus-devletin sınırları içinde ama ulus-devleti manalı kılan üretim ilişkilerinin dışında kalmış.
Ulus-devleti kutsallaştırıp, “ama o bize Atamızın emaneti” filan diye sızlanarak bize ne olmuş olduğunu da, bundan böyle ne olacak olduğunu da anlamanın yolu yok.
Ulus-devlet lazım bir şeydi. Yapılması gerektiği kadar iyi bir biçimde yapılmamış olsa bile, Kürtler dâhil hemen hepimiz için iyi şeylere vesile oldu. Ama kutsal filan değil. Atanız da bugün yaşıyor olsaydı “ay ulus-devlet çok güzel bir şey, biz de kendimize bir tane yapalım” demeyecekti. Çünkü dünyanın ulaştığı mevcut iktisadi ilişkiler formu için uygunsuz bir çözüm ulus-devlet.
“E, yıkalım o zaman” filan diyor da değilim. Yıkmayalım ama kutsallaştırmaya, ulus-devlet denen nebata ilişik olarak gezen tam bağımsızlık, kendi kendine yetme hayalleri kurmaya filan kalkmayalım. “Kendi otomobilimizi yapacağız, kendi yağımızla kavrulacağız” gibi manasızlıklara tevessül etmeyelim. Yaparsak sadece yoksullaşır ve dünyadan koparız. Çorum ve Yozgat’ın ulus-devletleşme sürecinde başına gelen, bu defa bütün Türkiye’nin başına gelir. Veya —daha muhtemel olanı— Diyarbakır’ın başına gelen…
***
İki hususa işaret etmek istiyorum.
Birincisi…
Sancı çekiyoruz. Çok sancı çekiyoruz. Mana veremediğimiz, mana vermekte zorlandığımız sancılar çekiyoruz. Bugüne has, günün gerilimlerinin sebep olduğu sancıları, dünün kavramlarıyla açıklamaya çalışıyoruz. Şu sancı eşitsizlikten kaynaklanıyor gibi görünüyor. Dün eşitsizliği şu sebeplerle açıklıyorduk, şimdi de onlarla —uymazsa onların türevleriyle— açıklayalım.
Bence bu teşhisler yanlış. İstanbul’un “içindeki” eşitsizlikler, İstanbul ile Çorum arasındaki eşitsizliklerden bambaşka bir karaktere sahip. Çorum’da, İstanbul’daki bir yığın olabilirlik yok. Mesela finans sektörü dünyada veya taahhüt sektörü Türkiye’de pastanın büyük dilimini bir biçimde kendi bilançosuna geçiriyor, İstanbul’da bu sektörlere “bitişik” pozisyon almış olanlar diğerlerinden daha fazla kazanıyor. Çorum’da ise finansçı, müteahhit, bilişimci, reklamcı ve saire olmanın imkânı yok. Geride kalmış olmanın sebepleri farklı.
İkincisi…
Dün dedim, Marks artı değer kavramını geliştirirken, “yükselen” işçi sınıfının ürettiği değerin sermaye tarafından el konulan kısmına odaklamıştı merceğini. Anlaşılmaz bir şey yok, yeni olan, orijinal olan oydu ve “görünen” oydu. Ama değer sadece işçileşmeyle ve sermayenin yoğunlaşmasıyla üretiliyor değildi. Eğer İngiliz dokumacılar, ürettikleri pazenleri İzmir limanından Anadolu’ya sokamasalardı, diğer her şey aynı kalsa bile o değer üretilemeyecekti. Manchester’ın dört bir yanında mantar gibi fabrika yükselmeyecekti. O işçiler sömürülmeye dünden teşne olsalar bile —ki teşneydiler— sömürülemeyeceklerdi.
Emperyalizm masraflı bir şeydi. Mısır’ın, Hindistan’ın, Güney Afrika’nın tabii kaynaklarını “çalmanın” masrafları karşılayıp karşılamadığını bilmiyorum. Ama “pazarın büyümesini” sağladı, pazarın büyümesinin pazarın keyfine kalmamasını, güvencede olmasını sağladı ve bu yolla kendi masraflarını karşıladı emperyalizm. Tekrarlayayım, değer artışını sağlayan esas faktör, pazarın büyümesi idi ve eski bölgesel ekonomiden ulus-devlet ve emperyalist imparatorluk safhalarına geçerken, birçok kesim çok yüksek bedeller ödedi. Galliler Galce yerine İngilizce konuşmaya zorlanarak, işçiler ürettikleri değerin bir bölümüne sermaye tarafından el konulmasıyla, sömürgeler akla gelmeyecek biçimlerde…
Sayısız insan, bugün havsalamızın almayacağı bedeller ödediği halde, süreç geri dönüşsüz bir biçimde işledi. Çünkü…
Manchester’a gelen ve işçi olmayı hayal eden insanlar, evet sömürüldüler, işsiz kaldılar, aç kaldılar, erken öldüler ama… Köylerinde kalsalar kuramayacakları hayalleri kurabildiler. Köylerinde kalsalar yaşayamayacakları tecrübeleri yaşadılar. Köylerinde kalsalar çok daha kısa süre çalışacaklardı ama kalan vakitlerinde, Manchester’daki gibi barlarda sosyalleşemeyeceklerdi. İşçileşme —başlangıçta ve uzun süre— reel gelir artışı, hayat standardında reel bir yükseliş sağlamadı, aksine, ilk başlarda negatif etkileri oldu. Ama insanlar yığınlar halinde şehirlere göçtüler, işçileşme ümidiyle… Çünkü şehirlerdeki hayat daha zengin idi. “Hayat” idi zengin olan, onu yaşayanlar değil. Olağanüstü, yepyeni, daha önce hayal bile edilemeyecek etkileşimler sağladı sanayi. Son derece basit bir sosyolojiyi aniden ve müthiş derecede katmanlaştırdı.
Şimdi de sayısız ve tuhaf —sebepsiz görünen— bedeller ödüyoruz. Hemen hepimiz. Ve hemen hepimiz, eski güzel günleri hasretle hatırlıyoruz. Hâlbuki o günlere mecbur bırakılsak, birkaç hafta bile katlanamayız. Sanayi devriminin yaptığından çok daha yüksek hızla gerçekleşen bir karmaşıklaşma sürecinde yaşıyoruz.
Ulus-devlet dar geliyor. Darlığı bedenin muhtelif yerlerine, eşitsiz basınç tatbik ediyor. Falanca damarı sıkıştırıp kan dolaşımını yavaşlatıyor, filanca siniri sıkıştırıp alakasız yerlerde ağrıya sebep oluyor. Ve…
Mesela kendi habitatından koparılmış olmasının neticesinde iktisaden ülkenin kalanı ile aralarındaki makas hızla büyümüş olan, çaresizleşip yerini yurdunu terk etmek zorunda kalan Kürtler, “uluslaşmaya çalışarak” reaksiyon gösteriyor. Bölgesel kalmış, kasabalaşmış olan yerlerde yaşayanlar, “kervan yürüyor, biz de ilerliyoruz” diye düşünmekten caydılar, kervanın önünden gidenleri eteklerinden tutup çekmeye çalışıyorlar. Ulus-devlet teknolojisinin nimetlerinden faydalanmış ama koruma duvarlarının sağladığı konfora alışmış olanlar, uluslararası rekabete dayanamayanlar, “iyiydi, tarihi o noktada donduralım” diyorlar. Her kafadan bir ses çıkıyor ama herkesin gözü, “ulus-devlet” denen şefin batonunda…
Çünkü…
Sanayileşmenin başlamasının üzerinden çok uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen, sanayileşmenin beşiği İngiltere’de bile, ta 20. Yüzyılın başlarına kadar, fizyokratlar, “sanayi dediğiniz şey fani, baki kalan bu kubbede ziraattır” diye sızlanmaktalardı. Haritası az çok çıkarılmış, büyük ölçüde yerleşilmiş yepyeni beldeler “görünür” olduğu halde. Bugün henüz sanayi-sonrasının iskâna açıyor olduğu yeni yerleşim yerleri o kadar “görünür” değil. Haritası da pek çıkarılmış sayılmaz, el yordamıyla yol alıyoruz. Bu yüzden mesela, “makineleri iptal edelim, makinelerin yaptığı işleri size yaptıralım” dese biri, yığınlar tereddüt etmeden kabul ederler. “Fransa ile Almanya arasındaki duvarı yeniden örelim, herkes kendine yetsin, kendi başına ne üretiyorsa onunla yetinsin” dense, yine balıklama atlayanlar çok olur. Bu tercihlerin “bize ne yapacağını” biliyoruz çünkü, ötekinin ne yapıyor olduğunu “anlayamıyoruz”. Canımız acıyor, bildiğimiz pozisyona dönersek acının dineceğini varsayıyoruz.
Dönemeyiz. Dönebilsek acımız dinmez.