Gerilim Filmi Gibi Memleket
Memleket ne güzel! Sanki bir Hitchcock senaryosunun içinde yaşıyoruz. Son derece sıradan bir şey yapıyor, mesela eve girmek için kapıyı açıyorsunuz ya, arkasından hangi gerilimlerin zuhur edebileceği meçhul. Boşuna tahminde bulunmaya da kalkmayın, çünkü —dedim ya— sanki bütün mesaisini sizin tahminlerinizi boşa çıkarmak için harcamış bir Hitchcock var.
Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan zat ABD’ye gidiyor. Günler öncesinden teaserler başlıyor, “Obama Erdoğan’la görüşecek mi” filan… Hiç olmayacak mevzu üzerinden bahisler yükseliyor.
Derken…
Ne olacağını —ben bu yazıyı yazarken hâlâ— bilmiyoruz. Yani Obama Erdoğan’la görüşecek mi, onu bilmiyoruz. Ama bir başka açıdan bakarsak, ne olacağını biliyoruz. Eğer Obama Erdoğan’la görüşürse “nasıl geçirdik ama, bak Obama Erdoğan’la şöyle şöyle görüştü” diyecek olanlar, buradan her nasılsa bir zafer çıkaracak olan kompleksli vasıfsızlar sürüsü, eğer görüşme olmazsa, “ulan hiç milli filan değilsiniz, Cumhurbaşkanınız ABD’de istiskale uğradı, siz sevindiniz” diye gürleyecekler. Kime karşı? Eğer görüşme olursa “nasıl geçirdik ama” dedikleri kimlerse, onlara karşı.
Canlarım benim. Zekânıza, haysiyetinize kurban olayım ben sizin.
Kadın uçağa ilk defa mı alındı, bir şükran ifadesi mi bilmiyorum artık, “Obama’nın giderayak en çok hayıflandığı şey bir Erdoğan olamamak” gibilerden çıtayı yükseltmiş.
Canım benim. Onun için değil mi, ABD basını günlerdir “acaba Erdoğan hazır Washington’a gelmişken onunla görüşmek isteyen Obama’nın talebine olumlu cevap verecek mi” diye kasıyor! Akıl niyetine istihdam ettiğin şeyi yiyeyim ben senin.
***
Bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal eden şahsın ABD’de Obama tarafından kabul edilip edilmemesi umurumda değil. Görüşürse Obama kendisi bilir, görüşmezse de… Benim komplekslerim yok. Ama muhafaza etmeye çalıştığım bir haysiyetim var. Haysiyet boşluğunu aşağılık kompleksleriyle doldurmuş olan zevat, bir yandan “ne olur kabul et ya Obama, Allah’ım bir sebep halket Obama Erdoğan’la görüşsün” diye dualar ede ede Washington’a giderken, bir yandan da böyle zırvalamak zorunda kalıyor işte… İnsan, utanma duygusunu hepten kaybetmiş bu mahlûkatın adına utanıyor.
Ama bunlar tali meseleler. Asıl mesele, Mahçupyan’ın dediği gibi, sosyoloji bence de…
Ve…
Türkiye, muhtemelen hiçbir tarihte, derslerin tamamını böyle asmamıştı. Hiçbir tarihte her şeyi bu kadar eksik, bu kadar yanlış, bu kadar özensiz yapmamıştı. Belki de dört yüz yıldır karnesindeki kırıkları hep hak ediyordu ama hiçbir tarihte bu kadar berbat bir karneyi bu kadar hak etmemişti. Türkiye’nin medyası, üniversiteleri, şehirleri ve daha bir yığın şeyi hep eksik, aksaktı. Ama hiçbir vakit bu kadar biçimsiz, bu kadar vicdansız, bu kadar sefil mahlûkata maruz kalmamıştık.
Bunlar yoktu, AKP icat etti demiyorum. Hiçbir vakit öyle olmaz. Ama bunların yanında bir yığın başka insanlar da vardı. İyi kötü değerleri olan, yaptığı işi bilmese de hiç değilse o işi doğru dürüst yapanları taklit etmeye çalışan insanlar… Tercih edilenlerin güce tapmaktan gayrı hiçbir kuralları yok ve taklit ettikleri de, işte o, bir vakit birilerini taklit etmiş olanlar.
***
Geçende Deutsch’un The Beginning of Infinity adlı kitabından söz etmiştim. Bir yerinde Deutsch fine tuning (ince ayar diye çevrilebilir herhalde) teorisiyle hesaplaşırken diyor ki mealen, “dünya hiç de öyle hayata uygun olarak tasarlanmış, nadide bir yer değil.” İnce ayar teorisi, dünyanın büyüklüğünden güneşe uzaklığına, ekseninin eğiminden karaların dağılımına kadar her bir özelliğinin, ancak böyle olursa hayata izin vereceği iddiasıdır özetle. Âlem öyle sabitlere sahiptir ki, eğer bu sabitlerin herhangi biri olduğu gibi değil de az farklı olsaydı, olan hiçbir şey —en başta da hayat— olmayacaktı babından…
Deutsch ise çevrenin öyle çok dostça bir yer olmadığını, aksine çok düşmanca olduğunu iddia ediyor. İddia etmekle kalmıyor, çok sayıda misalle gösteriyor. Evet, çevre —belki Deutsch’un iddia ettiği kadar düşman değil— ama o kadar dost değil… Ancak belirli bir zekâyı, organizasyon kabiliyetini filan sergileyen hayatta kalıyor. Mesela “dünyada bizim iyiliğimizi isteyen yok.” E, evet, yok! Neden olsun? Biz kimin iyiliğini istiyoruz mesela? Kürtlerin? İranlıların? Avrupalı veya Amerikalıların? Rusların?
Erdoğan mesela, ABD’ye giderken uçakta milli takımın Avusturya’ya attığı golü izlemiş ve sevinmiş. Ama Avusturyalılar üzülmüştür. Üzülmüşlerdir değil mi? Erdoğan mesela, Obama’nın iyiliğini istiyor mu? Siz istiyor musunuz?
Tekrarlayayım, Türkiye’de “kimse bizim iyiliğimizi istemiyor” duygusu vardı, Erdoğan icat etmedi. Ama kimse bu duyguyu —bu manasız duyguyu— bu ölçüde istismar ederek siyaset gibi görünen bir şey yapmaya teşebbüs etmedi. Kimse bizim iyiliğimizi istemiyor duygusu, “iyi bak, ancak kendimiz gerekeni yaparsak, yeterince çalışır, doğru dürüst organize olursak hayatta kalabiliriz” diye de kullanılabilir, şimdi yapıldığı gibi “kimse bizim iyiliğimizi istemiyor, o halde Erdoğan’ın iyiliğini istemeyen de vatan hainidir” diye de… Nasıl kullandığınıza bağlı olarak da sosyoloji değişir.
***
Türkiye dört yüz yıldır yeniliyor. Dört yüz yıl… Yine de bir biçimde hayatta kalıyor/kaldı. Çünkü —daha önce defalarca atıfta bulunduğum gibi— Lewis’in de dediği gibi, “bize bunu kim yaptı” diye değil, “nerede yanlış yaptık” diye sordu. Yenilmiş olduğunu bilmek, hissetmek bir şey, o yenilmişliğin yaptığı hatalardan değil de adaletsiz bir dünya düzeninden kaynaklandığını varsaymak başka bir şey.
Erdoğan ve taifesi, kendi zekâsızlıklarından, kendi kifayetsizliklerinden kaynaklanan yenilgileri, haksızlığa uğramak olarak adlandırıyorlar. Tekrarlayayım, Türkiye’de “biz neydik ama haksızlığa uğradık” duygusu vardı, Erdoğan ve ucuz heyeti icat etmedi. Ama bu duygu, mesela dünyadan haksızlıkları ortadan kaldırmak iddiasıyla da seferber edilebilirdi, “yakalım bu dünyayı” duygusuna da terfi ettirilebilirdi. Ne yapıldığına bağlı olarak değişir sosyoloji.
Bitirmeden, Türkiye’de yığınlar haksızlığa uğradıklarını hissediyorlar, evet. Yani memleketin insanı, sahip olduğundan daha fazlasını hak ettiğini düşünüyor. Hakçası, bunu nasıl düşünüyor, hiç anlamıyorum. Dişe dokunur hiçbir şey yapmadan, nasıl?