Golü Yediniz
Erdoğan, İhsanoğlu, Cumhurbaşkanlığı seçimi, Musul filan gibi fani mevzularla oyalanırken, dünyanın mühim işlerini, mesela Dünya Kupasını ihmal etmeyelim.
Beklenmeyecek kadar gollü geçen, hiçbiri berabere bitmeyen ilk 12 maçta gördük ki, ya Brezilya’da güzel kadın yok (pek muhtemel görünmüyor) veya yayıncı kuruluş tribünlerdeki güzel kadınları seçebilecek merak ve heyecana sahip değil (muhtemel görünüyor, keşke Digitürk’ün ekibiyle anlaşsalardı).
Ayrıca gördük ki, bugüne kadar hep stil öncülüğü yapan İtalyanlar bu defa boş vermişler ama Fransa eksiği gidermiş. Formaları çok şıktı.
***
Neyse biz, bizi kendi mevzularımıza taşıyabilecek bir başka kulvara girelim. Dünya Kupası gerekçesiyle hazırlanmış Nike’ın reklamını görmüşsünüzdür (tam haline www.nike.com adresinden erişilebiliyor). Antipatik biri, mesela İbrahimoviç’in röveşatasını analiz edip, yüzde bilmem kaç başarı şansı olduğu tespitini yapıyor. Sonra, her biri yüzde yüz performans gösteren klonlar hazırlıyor. “Ama bu futbolu öldürür” diyenlere de, “beni alakadar etmez” cevabını veriyor.
Nike’in derdi başka (ve saygıdeğer) ama biz, bu reklamı bir pas olarak değerlendirip, kendi hücum alanımıza taşıyabiliriz topu.
Söylenebilir çok şey var (hatta söylenmeye değer her şey bu fırsattan istifade söylenebilir) ama hepsini söyleyemeyiz. Bir kaçını sıralayalım.
***
Bir.
İbrahimoviç’in röveşatasının kaleyi bulma ihtimali, sahiden de yüzde bilmem kaç. Ve biz, elimizde imkân olduğunu, her defasında kaleyi tutturacak röveşatalar yapacak bir İbrahimoviç klonu yapabildiğimizi varsayalım. Ne yapmış olacağız? O top, o şekilde bir defa gelecek İbrahimoviç’e. Bir defa geldi ve bir daha gelmeyecek. Dolayısıyla hazırlayacağımız klonun, top ne vakit, nereden, hangi açıyla ve hangi hızla gelirse gelsin, yüzde yüz ihtimalle kaleyi tutturacak röveşatalar yapan bir İbrahimoviç klonu olması lazım gelecek. Bu, reklamın ima ettiğinden başka bir şey, anlaşılıyor değil mi?
Dünyada nokta çekiciler ve periyodik çekiciler var. Bunların ne manaya geldiğini bilmeyenler, point attractor ve periodic attractor anahtar kelimeleriyle arama yapıp öğrenebilirler. Fabrika, teorik olarak, periyodik bir çekiciye yakınsayan bir sistem. Ama hayat öyle değil. Hayat fabrika değil ve fabrikadan farklılığını sağlayan en bariz unsurlardan biri bu. Fabrikada bir süreç defalarca tekrarlanır ama futbolda (ve futbolun basitleştirilmiş bir versiyonu olan hayatta) herhangi bir şey iki defa olmaz. Hayat (ve futbol) garip çekicilerin (strange attractor) bir sistemidir.
İlk defa bir Cumhurbaşkanlığı seçimi yaşayacağız mesela ve sanki diğer seçimlere benziyormuş gibi yapmanın çok manası yok. IŞİD, daha önce defalarca tekrarlanmış bir şey değil. Musul’a da ilk defa giriyorlar. Ve saire… Her biri bizi (şahsımızı, ülkeyi, bölgeyi ve dünyayı) daha önce aşina olmadığımız yerlere taşıyacak. Daha önce binlerce defa yaptığımız gibi, standart bir vidayı standart bir yuvaya yerleştirip sıkıştırıyor değiliz. Öyle yapıyormuş gibi yapıyoruz. Cıvatalar yalama oluyor. “Kim yaptı” diye aranıyoruz. Dünyayı, vida sıkarmış gibi yapmakla biz değiştirdik, aranarak da biz değiştiriyoruz. Ve saire…
***
İki.
Diyelim top nereden ve nasıl gelirse gelsin, İbrahimoviç yüzde yüz performansla kaleyi bulacak. İyi ama, mesele sadece İbrahimoviç’in ne yapacağına bağlı değil ki! Siz (ve ben de elbette), maçtan spektaküler enstantaneleri izliyorsunuz ve onların çoğu gol vuruşlarını ihtiva ediyor. Ama maç gol vuruşlarından ibaret değil. İbrahimoviç’in o röveşatayı yapabilmesi için, o topun oraya gelmesi gerekiyor.
Orta sahadan İbrahimoviç’e uzun top atan futbolcuyu da, yüzde yüz performansla topu İbrahimoviç’le buluşturacak şekilde klonlamamız gerekiyor ve reklam da zaten bunu ima ediyor. Şimdi o futbolcunun (veya onu programlayacak programcının), İbrahimoviç’ten (veya onu programlayan programcıdan) başka türlü sıkıntıları var. Topu İbrahimoviç’le buluşturmanın türlü çeşitli seçenekleri var. Hangisini yüzde yüz ihtimalle başaracak? Şöyle İbrahimoviç’in röveşata yapması için uygun bir yere mi atsın topu, yoksa sağ ayak içiyle plaseleyebileceği bir yere mi atsın? Kafasına da atabilir. Önüne atabilir, koşsun, yakalasın, sürsün, kaleciyi çalımlasın ve boş kaleye yuvarlasın topu diye. Bunların herhangi birini yüzde yüz başarıyla yapabilir ve hangisinin yüzde yüz başarı olduğunu bilemeyiz. İbrahimoviç’inkini biliyorduk, top kaleyi bulunca tamamdı. Ama ona pası yapanın sayısız seçeneği var.
Söylemeden olmaz. Pası yapan için, ayrıca, İbrahimoviç’ten başka seçenekler de var.
Demem şu: Futbolun meyvesi gol amenna. Ama futbol golden (yani meyveden, yani neticeden) ibaret değil. Hayat da öyle. O neticeye ulaşmadan önce yapılan ve neticeye etkisi sonsuz olduğu halde ölçülemez olan bir yığın hamle var. O hamlelerin neticelerinin bir bileşkesi olarak ölçülebilir bir şey, gol ortaya çıkıyor. Ve doksan dakikada, taraflar arasındaki fark ne kadar büyük olursa olsun, ölçülebilir olanın sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. Doksan dakika boyunca yapılmış sayısız hamle varken. Demek ki neymiş? Ölçülebilir neticeler üzerinden yapılan analizler, son derece sınırlıymış.
Sandık ortaya konacak. Bir Cumhurbaşkanı seçilecek. Ölçüm yapılacak. Ölçülecek şey çok belli. Ama eğer istemediğiniz bir netice varsa, sandıktan çok önce yapmanız gerekenler var mesela. IŞİD’in yaptığı pasların kimin kalesine gol olacağını, ölçüm tamamlandığında kimin kazançlı çıkacağını ise henüz bilmiyoruz.
***
Üç.
Şimdiye kadar sadece topla oynayanlarla ilgilendik (onlarla bile hak ettikleri kadar ilgilenmedik ama konuşabilmek için basitleştirmek gerekiyor, mazur görün). Bir de topla oynamayanlar var. Defansınızdan topu aldınız. İbrahimoviç de sağ açık mevkiinde, kaleye biraz uzak bir yerde, çaprazda bekliyor. Topu ona yüzde yüz performansla ulaştıracak şekilde programlanmış olmanızın yetmeyeceğini söylemiştik. Ama mesele bu yetmezlikle sınırlı da değil. Takımında sadece İbrahimoviç yok. Başka seçenekler de var. Robben de mesela sola geçmiş, koşuyor. Ronaldo da ona yer açmak için içeri kat etmiş. Daha birçok takım arkadaşınız var. Topu hangisine attığınıza göre, maçın (ve hayatın) senaryosu değişecek.
Kaldı ki, topu ille de ileri oynamak zorunda da değilsiniz. Belki hemen on metre sola, Ribbery’ye oynasanız, onun programı daha iyi bir seçenek bulacak. Yüzde yüzden daha iyisi ne demekse artık. Ama demiş olduğumu zannediyorum ki, zaten yüzde yüz gibi ifadeler, ancak ölçülebilir, ölçülecek olan hamleler için mantıklılar. Yoksa, mesela Ribbery’ye topu aktarmanın yüzde yüz ile filan tarifi mümkün değil.
Ama…
İşte böyle yüzde yüzlerle filan dünyaya bakmaya başladığınızda, dünyayı böyle bir gözlükle gördüğünüzde, dünya aslında öyle olmadığı halde siz öyle zannetmeyi sürdürdüğünüzde, zaten Robben’in, Ronaldo’nun, Ribbery’nin ne yapması gerektiği de, programcılar tarafından programlanmış olmalı. Yani ki, klonları programlayanlar, klonların sadece kendilerinin en iyi şeyi yapmasını (o en iyi ne demekse) programlayıp işten sıyıramazlar. Meseleyi böyle fabrika gibi bir kontrol sistemi halinde formüle ettiğinizde, artık herkesin programını bir tek elden yapmanız gerekir. Fabrikalarda öyle olur.
Bu yüzden, dünyaya kontrol sistemi olarak bakmak, kaçınılmaz olarak faşizmi gerektirir. “Doğrunun bilinebilir olduğundan şüphem yok ama faşist değilim” demenin hiç manası yok. Bir vakitler, başka bir yerde dediğim gibi, modernliğin (modern dünya tasavvurunun) kaçınılmaz siyasi formu faşizmdir. (Eh, Nike’ın reklamı da zaten halin böyle olduğunu söylüyor.)
Hal böyle olunca, Anayasa Mahkemesi Başkanının ne yapması gerektiğini bilip onu yapacak klonu Mahkemenin başına yerleştirmek yetmez. Ardından Merkez Bankası Başkanı gelir. Kesmez. Neticede Kılıçdaroğlu’nun ve Bahçeli’nin yerine de birer klon koymanız icap eder. O vakit de kesmez ama size, her defasında, “bu sefer tamam” duygusu gelebilir. O duygu yanıltıcı. Hocaefendi’nin ne yapması gerektiğini tayin ettiğinizde, onu kullananların ne yapması gerektiğini de tayin etmeniz gerekir. Son ferde gelene kadar duramazsınız. Sadece topla oynayanların ne yapacağını tayin etmekle kontrol sistemi kuramazsınız. Topla hiç alakası olmayanları bile programlamanız gerekir.
***
Dört.
Daha konuşacak çok şey var ama uzadı. Dolayısıyla bir son hamle yapıp keselim. Bir de rakipler var.
Yaa… Bizim futbol yorumcularımız pek kale almazlar ama futbolda rakip de var.
Siz İbrahimoviç’e topu atacağınız zaman, onun aklından neler geçiyor, topu aslında nereye ister, bilmiyorsunuz. Ama yüzde yüz performansla tahmin ettiniz ve topu yüzde yüz performansla tam da onun istediğiniz yere attınız diyelim. Eğer sizin attığınız top İbrahimoviç’e ulaşırsa, o da yüzde yüz performansla röveşata yapacak ve top kaleyi bulacak.
Ve fakaaat.
Top havadayken rakip defans oyuncusu, ortadan ileri hamle yapan Ronaldo’yu iplemeyip, kendi soluna doğru hamle yaptı ve pasınızı kesti. Topu kaptı. N’olacak şimdi? Yüzde yüz ihtimalle neyi başarmış oldunuz? Sizin her şeyi yüzde yüz maharetle yapacağınızdan emin olan arkadaşlarınız, sizin seçeneklerinizi artırmak için ileri doğru yönelmişlerdi. Hepsi açığa düştü. Hücuma çıkarken kaptırdığınız top, rakip için çok elverişli bir hücum topuna dönüştü.
Golü yediniz.