Graeber – Borç
Aşağıdaki metin, Graeber’in Borç adlı kitabı hakkında, olabildiği ölçüde özetlenmiş olduğu halde uzun bir değerlendirme. Günümüz Türkiye’sine özel hususlarla bir bağlantısı yok —yani kurulmamış.
***
Graeber Borç’ta, üç ayrı tarihi iç içe inceliyor: (a) Borcun, (b) paranın ve (c) borç kelimesinin semantik değişiminin tarihlerini. Bunların iç içe, bir arada incelenmesi hoş bir şey, ufuk açıcı… Ama eğer doğru anladıysam, kendi pozisyonunu haklılaştıracak şekilde, gerekli gördüğü yerde —tabir caizse çaktırmadan— bir kulvardan diğerine geçiveriyor. (Doğru anlamış olmayabilirim, çünkü kitabın Türkçesi son derece özensiz.)
Graeber’in anlatımından çıkarıyoruz ki, insanlığın son 5000 yıldaki sosyal ve iktisadi tarihi, tıpkı buzul devirleri gibi bir periyodiklik ihtiva ediyor. Borç yaygınlaşıyor ve onu köleliğin yaygınlaşması izliyor mesela. Derken sarkaç tersine dönüyor. Her şeyin değerinin kendisine göre ölçüldüğü para yaygınlaşıyor ve sonra birden piyasalardan kayboluyor, yerini kredi-para alıyor. Sonra para yeniden dönüyor mesela. Ve bu süreç içinde borç kelimesinin anlamı sürekli olarak değişiyor —doğru anladıysam hep genişliyor.
Graeber, borç, kölelik ve paranın gelip gidişleri arasında, dünyanın tamamında, yani Mısır-Mezopotamya-Avrupa’dan müteşekkil Batı’da olduğu kadar, Batı’dan farklı Hindistan’da ve Hindistan’dan da farklı Çin’de, sebepsiz —en azından beklenmedik— bir eşzamanlılık da olduğuna işaret ediyor. Yani tam da buzul devirleri gibi… Bir bakıma Why the West Rules – For Now adlı kitapta Ian Morris’in baktığı yerden bakıyor Graeber. Morris eşzamanlı gidip gelmelere Batı ve Çin’de gösterilen reaksiyonların farklılıkları üzerinde dururken, Graeber benzerlikleri üzerinde yoğunlaşıyor denebilir herhalde…
***
Son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Graeber’e katılıyorum, dünya bir buzul çağına girişe veya bir buzul çağından çıkışa benzetilebilecek bir dönüm noktasında. Böyle bir dönemde yaşıyor olduğumuzu en azından otuz yıldır iddia ediyorum. (Otuz yıl öncesine kıyasla daha tok sesle, daha ağzımı doldurarak dile getirebiliyorum iddialarımı, çünkü Graeber, Morris ve daha bir yığın kişi de benzer şeyler söylemeye başladı.) Sarkaç, en azından birkaç yüzyıllık istikametinden döndü.
Graeber’e katılıyorum, sarkacın her dönüşünde, bir önceki çağda parçalanmış düzenin unsurları yeniden örgütlendi —ve fakat aynı bileşenlerden bambaşka bütünlükler imal edildi. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde de, bildik malzemeden, bugün öngöremeyeceğimiz bir sosyal düzen inşa edeceğiz. (Graeber’in de benzer şeyler söylediğini varsayıyorum ama kitap boyunca bu perspektife benzer neredeyse hiç ipucu yok, sadece sonuç bölümünde bunu ima edecek laflar etmiş.)
İnsan vücudunda kan, sanki bir çeşmeden düzgün bir hızla akar gibi dolaşmıyor. Kalbin kasılıp gevşemesiyle, bir tür ardışık spazmlar marifetiyle dolaşıyor. Çeşmeden akar gibi düzgün bir hızla dolaşmasını mevcut rejimden daha iyi bir hal olarak değerlendirmek, onu öyle değerlendiren zihnin bir niteliği… Benim Platonik dünya kavrayışı dediğim, Aydınlanma Aklı dediğim aklın bir niteliği… Belki bu akıllarla tasarlanacak bir varlığın kanı öyle dolaşır ama bizim vücudumuzda kan öyle dolaşmıyor. Tarih de öyle Aydınlanma Aklının varsaydığı gibi akmıyor. Graeber’in işaret ettiği gibi, spazmlar marifetiyle yol alıyor. Ama —unutulmaması gereken şu ki— yol alıyor. Yani, kadim Doğu bilgeliğinin varsaydığı gibi, zamanın çevrimsel, dairesel, kendisini tekrarlayan bir vasfı var. Ama öte yandan, kadim Batı bilgeliğinin varsaydığı gibi çizgisel bir vasfı da var. Neticede, Graeber’in de —sanki isteksizce— işaret ettiği gibi, borç krizleri ve onlara bağlı olarak kölelik tekrar tekrar dönüyor ama her defasında bambaşka çehrelerde… Ve bu süreç içinde kölelik tekrar dönse de, genellikle, bir önceki kölelik mevsiminden çok daha insani, insanlık olarak övünebileceğimiz biçimde yumuşatılmış olarak. Bugün köleliği bir tür insanlık suçu olarak görebiliyorsak, bence, bu da ciddi bir performans.
Evet, yeni tür köleliğe, son otuz yılda olağanüstü bir hızla yoğunlaşan borcun yol açtığı köleliğe maruz kalanların, aynı zamanda, köleliğe karşı mücadele etmek için çok daha az entelektüel/siyasi enstrümanı var. Kitabın son bölümüne gelene kadar bana öyle geldi ki Graeber, kavramsal/siyasal enstrümanların giderek etkisizleşmesini gözümüze sokarak, “bu defa farklı” der gibiydi. Ama öyle değil. Bence yaşadığımız aşırılıklar, borcun —özellikle de Amerikan dolarının— çevresindeki örgütlenmenin abartılı kavramsal/siyasal saldırısı, aslında mevcut düzenin ne kadar sürdürülemez olduğunun, Taleb’in tabiriyle sistemin ne kadar kırılganlaştığının bir göstergesi olarak da okunabilir —ve bence öyle okunmalı.
Mesele şu ki, bu krizden de —tıpkı bundan öncekiler gibi— anonim bir akılla çıkılacak. Birilerinin masa başında denklemleri kurup “bu böyle gitmez” demesi ve bir alternatif bulması sayesinde değil. Ergenekon’dan çıkmak için, lazımsa, peşine takılacak bir kurt filan icat edilebilir ama Ergenekon’dan çıkacak olan anonim akıl, anonim irade olacak. Ve bana kalırsa, bu defa, 20. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilen bilimsel kavrayış, Aydınlanma Aklının sorgulanmamış varsayımlarına göre inşa edilmiş olan değil de, o varsayımları sorgulayan bilimsel kavrayış, daha önceki felsefi/dini yükselişlerin yerini tutacak. Yani, zaten bir yandan Graeber’in anlattıklarından çıkarak ihtiyaç duyduğumuzu düşünebileceğimiz panzehiri geliştirmekteyiz.
***
Graeber, muhtemelen bir antropolog olmasının da etkisiyle, paranın, borcun ve karmaşık ilişkiler ağının mevcut olmadığı kabile topluluklarına romantik bir hoşluk yakıştırıyor gibi geldi bana. Onun yaklaşımını istihdam ederek, benim görüşümü özetleyeyim. Graeber, köleleştirme sürecinin, özünde, insanı sosyal bağlamından koparmak olduğunu öne sürüyor. Köle olanın tersine, özgürlük insana, arkadaş olma imkânı tanıyor. Bence hoş bir tanım. Ama mesele şu: Bence insanın arkadaş olma özgürlüğü, ancak, istemediği kişilerle arkadaş olmama özgürlüğü varsa tanımlanabilir bir şey. Kasaba mesela, arkadaş olmak istemediklerinizle de arkadaşmış gibi yaşama zaruretini dayatır. Kasaba şartlarında kimseyle kötü olmama, kimseye kayıtsız olmama zarureti içinde yaşamak zorunda kalabilirsiniz. Dolayısıyla, Graeber’e göre para sayesinde ancak mümkün olan anonimleşme, kişilerin kendiliklerinden bağımsızlaşma imkânı, bence, iyi bir şeydir. Para, bir sigara almak için girdiğiniz bir bakkalda, satıcıyla sosyal ilişkiler kurma mecburiyetini ortadan kaldırır. Ama bu, istediğiniz kişilerle sosyal ilişkiler kurma imkânlarının topyekûn imhası manasına gelmez —aksine, ancak mecbur değilseniz, özgürce sosyal ilişki kurabilirsiniz. Graeber’in de en başta işaret ettiği gibi, paranın ve yeni bir borç dalgasının altında yaşayan günümüz insanının gündelik hayatı da, büyük ölçüde, hâlâ parasallaştırılamayan sosyal alışveriş ilişkileri içinde sürer. Paranın mevcudiyeti, sağladığı anonimleşme imkânı, bize arkadaş seçme özgürlüğünü sağlar. Diğer bir deyişle, sıkıntı parasallaşmada değil, her şeyin parasallaştırılmasında ortaya çıkar.
Böyle bakınca…
Graeber piyasa ile kapitalizm arasında bir karşılıklılık, adeta bir eşanlamlılık olduğu iddiasına karşı çıkıyor. Bence haklı. (Bu noktada, Nihat Genç’in kulaklarını çınlatayım: “Kapalı Çarşı hür teşebbüs, Migros kapitalizmdir” dediydi.) Doğru anladıysam, Graeber, piyasa ile kapitalizmin farklı şeyler olduğunu söylerken, para ile kapitalizm arasında bir tür zorunluluk ilişkisi kuruyor —en azından ima ediyor. Bence para ile kapitalizm arasında da zorunlu bir karşılıklılık ilişkisi yok. Graeber’in mültefit bir edayla söz ettiği Ortaçağ İslam toplumlarında mesela, para var ama devlet piyasalara müdahale edemeyecek biçimde uzak tutulduğundan, kapitalizm yok.
Bu noktaya gelmişken, Gazali’nin para tanımında Graeber’in değindiği ama üzerinde durmadığı bir hususa dikkat çekmek lazım diye düşünüyorum: Para sürekli hareket halinde olmalı. Ömer devrine dair anlatılan bir menkıbeye göre, devletin kasasında toplanan zekâtın devlet kasasında bir gece bile kalmasına katlanılamazmış. Menkıbenin gerçekliği ne kadar yansıttığını bilmem ama hareket etmeyen, bir yerde biriken para, anlaşılan o ki, en azından menkıbeyi imal edenler açısından büyük bir tehditmiş. Dolayısıyla bence problem paranın mevcudiyeti değil —zaten az sonra iddia edeceğim gibi, bence para elzemdir. Problem, paranın istiflenebilmesi… Graeber’in tarihte olumlu bir misal olarak sunduğu Ortaçağ İslam ekonomisi sahiden de o iltifatları hak ediyorsa, muhtemelen, zekâtın geliri değil varlığı vergilendirmesi sayesinde olabilir.
***
Cline 1177 B.C. The Year Civilization Collapsed adlı kitapta, Doğu Akdeniz’de yüzlerce yılda ağır ağır inşa edilen ve genişleyen olağanüstü karmaşık uluslararası iktisadi ilişkiler ağının aniden çöküşünün hikâyesini anlatır. Kitabın sonlarında da, “bu çöküşü bir tek tayin edici parametreyle —işgalci savaşçı topluluklar, deprem, meteor düşmesi ve saire gibi— açıklayacak teoriler geliştirdik, ama galiba komplekslik teorisine ihtiyacımız var” manasında bir tespit yapıyor. O noktada da “mesela akıp duran trafiğin aniden kilitlenivermesi ancak komplekslikle açıklanıyor” diyor. Bence yanılıyor. Komplekslik, normal şartlarda akması tuhaf olan trafiğin kilitlendikten sonra, herhangi bir yukarıdan müdahaleye ihtiyaç duyulmadan akmaya başlamasını açıklar. Cline’ın anlattığı tarihte de, işleyen bir sistemin çökmesini değil, en başta bileşenlerden ağır ağır zuhur etmesini açıklamakta işe yarar. O dönemin teknolojik şartlarında Cline’ın anlattığı iktisadi düzenin tesisi açıklamaya muhtaçtır, çökmesi değil. Ve bence —konumuzla bağlantısına geleyim— mucizevi olan, para olmadan o uluslararası ticareti yürütebilmektir. Eğer para olsaydı, bence, M.Ö. 1177 tarihlerinde gerçekleşen ani çöküş gerçekleşmezdi.
Mevzuu Graeber’in anlattıklarıyla da ilişkilendireyim: Bahse konu olan düzenin çöküşünde bir pay sahibi olduğu inkâr edilemeyecek olan —uzun süre tek pay sahibi olduğu varsayılan— Deniz Halkları, Graeber’in sözünü ettiği türden bir borç krizinin mağdurları olabilir ve yine Graeber’in sözünü ettiği gibi köleleştirilmek ile topraklarını terk edip mülteci durumuna düşmek arasında tercih yapmak zorunda kaldığında göçmeyi tercih edenler olabilir. Yine Graeber’in sözünü ettiği gibi, benzer krizlerden sonra dini/felsefi akımların yükselişi sürecinde, daha eşitlikçi bir mezhep imal etmiş, Cline’in sözünü ettiği uluslararası düzenden yeterince pay alamamış olanların yeniden örgütlenmesine yol açmış da olabilirler. Diğer bir deyişle, Deniz Halkları, düzeni yıkacak bir askeri performans sergilediklerinden değil —sergileyemediklerini, yenildiklerini biliyoruz— yükselen iktisadi sistemde yeterince pay alamadıkları için memnuniyetsiz olanları sisteme karşı kışkırtabildikleri için düzenin yıkılışında etkili olmuş olabilirler. Eğer para olsaydı, Graeber’in de söz ettiği gibi, zenginliğin paylaşımında nispi bir eşitlikçilik mümkün olabilirdi ve düzen, kolayca kışkırtılabilecek mağdurlar imal etmeyebilirdi. Çünkü para, Graeber’in de sözünü ettiği gibi, aksi halde birbirine karşı ölçülebilir olmayan şeyleri birbirileri ile mukayese etmeye imkân verdiği gibi, değeri küçük birimlere bölünebilir, dolayısıyla da küçük birimler halinde paylaşılabilir de kılar.
Cline’in sözünü ettiği dönem enteresan. Bazı şehirler yerle bir edilirken, bazılarının kıyısında yeni mahalleler kuruluyor —dışarıdan gelenler tarafından. Bazıları ise dışarıdan gelenlerin şehrin tam kalbine yerleşmesine imkân tanıyor. Yeni bir mezhep düşüncesine beni iten de bu. Bazı şehirler yeni düşünceye tamamen karşı çıkmış, başkaları onu benimsemiş, bir bölümü de benimsemese de makbul bir seçenek olarak kabul etmiş olabilir. Ama neticede, dönemin teknolojisiyle çözüme kavuşturulamayacak bir sosyal kriz yaşandığı anlaşılıyor. Krizin zengin Doğu Akdeniz ile yoksul Avrupa’da eşzamanlı olarak yükseldiği anlaşılıyor. Dolayısıyla Graeber’in sözünü ettiği türden bir felsefi/kavramsal sıçrama için gerekli şartlar tamamlanmış görünüyor.
***
Neticede, Graeber’e katılıyorum, bir krizin tam ortasında yaşıyoruz. Borç, içinde yaşadığımız krizin tayin edici faktörlerinden, göstergelerinden birisi. Buradan yeni bir kavramsal harita üreterek ancak çıkacağız. Ama çıkacağız. Yirmi yıl sonraki dünya, bugünküne hiç benzemeyecek —zaten bugünkü dünya da yirmi yıl öncekine hiç benzemiyor. İçimizden birçok kişi, değişen şartlara uyum sağlamakta zorluk çektiği için “ah, eski günler” nostaljisi imal etmeyi sürdürecek. Gerçekten de çok kıymetli pek çok şeyi kaybetmiş olacağız, arkalarından yazıklanmayı hak eden pek çok şeyi… Ama dünya böyle yol alıyor.
Ama yol alıyor…
İçinde yaşadığımız krizi gelecekte muhtelif biçimlerde tarif edenler, krizin muhtelif yanlarını öne çıkaranlar olacak. Ama galip ihtimal, içinde yaşadığımız kriz, dolar krizi olarak adlandırılacak.
Amerika Irak’a müdahale etmeye kalktığında, yazıştığım İnternet ortamlarında, müdahalenin kaç saat süreceğine dair bahisler oynanıyordu. Ben, Amerika’nın işini öyle birkaç saatte bitiremeyeceğini, birkaç gün veya haftada da bitirmeyeceğini iddia ettim, alay konusu oldum. Hâlbuki akıl yürütmem son derece basitti: Eğer kâğıdın üzerine In God We Trust ibaresini basıp onunla istediğiniz şeyi takas edebiliyorsanız, petroldü, enerjiydi, dert etmenize lüzum yok. Dert etmeniz gereken biricik şey, o kâğıt parçalarının itibarını sürdürmesidir. Dolayısıyla Amerika’nın derdi de buydu. Ama aşikâr görünüyordu ki, dünyanın muhtelif yerlerinde, eşzamanlı olarak, “bu işte bir terslik var” diye homurdanmaya başlanmıştı. Dolayısıyla Irak’ın işgali enerji filan meselesi değildi. Kullandığım tabir, tedhiş idi. Amerika’nın dünyanın kalanında bir korku imal etmesi gerekiyordu, dolayısıyla da Irak’ta olabildiği kadar uzun süre kalacaktı. Bütün dünyaya, “kesin sesinizi, aksi halde her yeri Irak’a çeviririm” demesine izin verecek bir tiyatro olarak…
Graeber, hem doları ve hem de Irak serüvenini, tam da benim o yıllarda tarif ettiğim gibi tarif ediyor. Yani doları arkasında Amerikan ordusu marifetiyle yaratılmış olağanüstü bir tedhiş olan özel bir para olarak, Irak macerasını da doların statüsünü korumak için gerçekleştirilmiş bir tiyatro olarak…
Mesele şu: Dolar artık müdafaa edilmesi için olağanüstü büyük ölçekli gösteriler gerektiren, kamu vicdanını olağanüstü ölçekte yaralayacak ölçekte gösteriler gerektiren bir emtia. Daha mühimi, doların statüsünü, kendisini korumak için yapılan gösteriler korumuyor. Ye ne koruyor? Doların çöküşünün yol açacağı artçı dalgaların ürkütücülüğü koruyor. Şunu unutmamak gerekiyor ki, Kansaslı kasiyer kadının yeni bir havluya ihtiyacı yok —daha iki ay önce bir tane almıştı. Ama Denizlili kadının, oğlunun dershane ücretini ödeyebilmek için, birilerinin havlu almasına ihtiyacı var. Dolara daha çok ihtiyaç duyan kadın Denizlili olanı, Kansaslı olanı değil.
Dolayısıyla, bence, içinde yaşadığımız kriz, Amerika’yı veya başkalarını şeytanlaştırarak anlaşılabilir bir şey değil. Anlamak gerekiyor mu? Çok dolaylı yollardan köleleştirilmiş olan Denizlili işçi kadın da anlamadan mevcut krizin aşılması imkânsız mı? Elbette değil. Hatta aksine, muhtemelen benzersiz bir ağın içinde köleleştirilmiş olanlar anlamadığı, anlamaya çalışmayı reddettiği için, onların anlamayı reddetmesi sayesinde yıkılacak mevcut düzen. Ama benim kendime biçtiğim rol anlamak. Anlamaya çalışmak…