Gül Döner mi?
Biz çocukken, sokak aralarında boş arsalar vardı. O arsalarda top oynardık. Akranlarımın babaları, çocuklarının top oynamasına kızarlardı. Benim babam ise “hep ders çalışmak olmaz, spor da lazım” der, bizi sokağa çıkarır, bizimle top oynardı.
Kardeşlerim iyi top oynuyorlardı ama ben beceremiyordum. Kardeş ve baba kotasından sahada hep bir yerim oluyordu ama… Katlanılıyordum işte, o kadar. Kendilerine kıyasla bariz avantajlarım olan akranlarımın arasında benden çok daha iyi olanlar vardı. Çoktular. Takım seçilirken onlarla aynı takımda olmak isteniyordu.
Çok uzun süre ısrar etmedim sahada bir yerim olsun diye. Babam bırakmadan ben bıraktım top oynamayı. Sokakta itibarım yok diye de fazla kasmadım. Çünkü iyi yaptığım başka şeyler vardı. İyi resim yapıyordum söz temsili. Çizgi roman karelerini şerit haline getirip, şeridi bir makaraya sarıp çevirerek, sinema simülasyonları filan yaptığımı hatırlıyorum.
Medeniyet, itibarın yeniden dağıtımında yeni nişler açma sürecinden başka bir şey değil, bir açıdan bakarsanız. Birkaç bin yıl önce, itibar sadece hükmeden aile ve onun kapıkulları ile din adamlarının tekelinde iken, muhtemelen nüfusun binde biri mertebesinde muteber insan vardı. Bugün öğretmen de, hekim de, ressam da, film oyuncusu da, futbolcu da, yazar da, Belediye Meclis üyesi de, kendince muteber. Bir yerde çalım yiyorsanız, gidip kendinize itibar edinmeyi deneyebileceğiniz sayısız yeni alan var. Hiçbirini becermiyorsanız, yeni bir niş açmaya da teşebbüs edebilirsiniz hatta.
***
Yukarıda özetlediğim sürecin, daha çok kişinin kendini muteber hissedebilmesini sağlamak dışında, çok başka bir neticesi daha var: Daha vasıflı insanlar yetişiyor. Birileri benden bir tık daha iyi idiler topa hükmetme konusunda. Bana çalım attılar, kendilerini daha iyi hissettiler. Bu süreçte daha başka çalım atma denemeleri gerçekleştirme cesareti edindiler. Böyle böyle geliştiler. Ben ve benim gibiler sayesinde, her gün biraz daha iyi oldular yani.
Sonra, tarihin bir noktasında tuhaf bir şey olmuş gibi görünüyor.
Kimin daha iyi futbol oynadığına, dolayısıyla kimin sahaya çıkıp top oynayacağına, yukarıda bir yerlerde karar verilebilirmiş gibi görünmeye başladı. Teknik tabirlerle söyleyecek olursam, rölatif olmayan ve ilaveten objektif bir dünya varsayımı zihinleri teslim aldı. Sokak aralarında top oynayan çocukların kabiliyetleri mutlak bir değer, bir yerlerde kazılı bir şey gibi görünmeye başladı. Ayrıca da, onu ölçmeyi bilen her farklı özne tarafından tastamam aynı şekilde ölçülebilir bir şey gibi…
Öyle değil.
Okulda sınıf başkanlarınız oldu. Yukarıdan, sizin hakkınızda her şeyi bilen, işi sizin hakkınızda her şeyi bilmek olan, bunun için eğitilmiş ve bu hususta tecrübe kazanmış bir öğretmen tarafından atanan —bizim zamanımızdaki tabirle— mümessilleriniz oldu. Ama galip ihtimal, hiçbir sınıfta, sınıf mümessiliniz sınıfın liderlerinden biri olmadı. Her sınıfta, etrafında yoğunlaşılan, her biri diğerleriyle rekabet halinde olan birkaç kişi olmuştur. Onlar, çevrelerinin genişlemesi ve daralmasına, yeni takipçiler kazanmaya ve kaybetmeye bağlı olarak, sürekli değiştiler, geliştiler. İnsanları çekip çevirmeyi, bir hedef uğruna seferber etmeyi öğrendiler. Öğrenebilenler lider olarak kaldı. Diğerleri kayboldular.
Ama öğretmen tarafından atanan mümessiller kesinlikle kayboldular.
Sınıf içi dinamikler, insan ilişkilerini maniple ederek kendisine itibar derlemeyi öğrenen, toplumun taleplerini karşılayarak kendisine sosyal bir pozisyon edinmeyi öğrenen insanlar yetişmesini sağlıyor. Herkes için iyi bir şey yani. İnsan yetiştiriyor. Mümessiller ise… Neyse, anladınız işte.
***
Sınıfta bir mümessilin mevcut olması dert değil. Sınıf içi dinamikler çalıştığı sürece…
Ama eğer sınıf içi dinamikler çalışmıyorsa? İşte o vakit, en azından iki şey oluyor: (a) Mümessiller sınıfı gerçekten temsil etmediği için sınıf temsil edilemiyor ve (b) asıl mühimi, sınıfı temsil edecek —ve bu arada çekip çevirecek, makul bir hedef için seferber edecek— insanlar yetişemiyor. Dolayısıyla mümessillerin sınıfı temsil kabiliyetini de sorgulayamıyorsunuz. “Ne yani o daha mı iyi” gibi bir akıl yürütme mümkün oluyor.
Şimdi bir defa daha Gül gündeme geldi ya… Gül bir mümessil. Daha vahimi, sınıfı mümessillerin temsil etmesi gerektiğinden hiç şüphesi olmayan biri. Yani dünyanın rölatif olduğunu içine sindiremeyecek, üstelik objektif bir dünyada yaşıyor olduğumuzdan da şüphesi olmayan biri… Evet, Türkiye’de yeniden bir pozisyon kazanabilir. Çünkü Türkiye’nin siyaset düzeni, zamanında, başöğretmen Evren ve şürekâsı tarafından, sınıf mümessilliği dışındaki her türlü sosyal ilişkiyi iptal edecek biçimde düzenlenmişti. Hâlâ da aynı düzen sürüyor. Dolayısıyla Gül’ün yeniden sahneye çıkmasını imkânsızlaştıran bir hal yok ortada.
Da…
Gül yeniden sahneye çıksa ne olur, çıkmasa ne olur?
***
Yeri gelmişken…
AKP, sorarsanız, sınıfların mümessiller tarafından temsil edilmesi gerektiğini ısrarla söyleyen, dayatan, modernleştirici beyaz çocuklara muhalif bir parti. E peki adaylarını nasıl belirliyor, belirleyecek?
Şöyle: Birileri müracaat ettiler. Onları güya etrafa sordular “nasıl bilirsiniz” diye. Ama asıl süreç şimdi başlayacak. Aday adaylarını bir komisyonun karşısında mülakata alacaklar. Sınıf öğretmenlerinin karşısında yani… Sonra bu komisyonlar, sınıfı kimin temsil etmesi gerektiğine karar verecekler. Filan…
Akşam’da yazarken de yazmıştım, sadece manasız ve yetersiz bir süreç değil bu. Tiksindirici, insan şerefini, haysiyetini yaralayıcı bir süreç… Mevzumuz açısından bakarsak, modernleştiriciliğin şahikası… Daha önceki modernleştiricilerin hiçbiri, bu kadarını akıl edememişti. Akıl ettiyse de, muhtemelen, “bu kadar da olmaz” diye aklından uzaklaştırmıştı.
Eh, kendisini AKP’ye yakın hissedenlerle konuştuğunuzda, onlar da şikâyet ediyorlar bu uygulamadan. Elbette patronların duymayacağından emin iseler… Şikâyet ettiklerine göre de, kendilerini bu sürecin hasarlarından arındırmış olduklarını düşünüyorlar besbelli. Çünkü AKP’ye yakınlıklarından bir gevşeme olmuyor.
Hâlbuki AKP, sadece aday belirleme süreciyle değil, her haliyle, 150 yıldır bu toplumun muhalefet ettiği modernleşticiliğin şahikası. Türkiye’ye ve dünyaya yaptığı en büyük kötülük, bu uzun süreç boyunca birikmiş bulunan bütün muhalefeti imha etmesi, zıddına dönüştürmesi oldu.
Ve bu, zaten yapılabilecek en büyük kötülüktü.