Güven Her Şeydir

Türkiye’nin en çok güvenilen kurumu, uzunca bir süre TSK idi.

Öyle söyleniyordu. Kamuoyu araştırmalarında kurumlar alt alta sıralanıyor, deneklere hangisine ne kadar güvendiği soruluyor, buradan da her birinin güvenilirlik notu hasat ediliyordu. Şimdi yapılmıyor mu bu iş? Yapılıyorsa neticeleri neden bizimle paylaşılmıyor, bilmiyorum.

Ama şunu biliyorum ve söylemiştim, yazmıştım: “Orduya ne kadar güveniyorsunuz” sorusuna “Çok” diyen biri, “gelsin memleketin her bir problemini ordu çözsün, siyasileri hizaya getirsin, elektrik kesintilerine son versin, hakem hatalarını da minimuma indirsin” filan diyor değil. “Eğer bir savaş hali zuhur ederse ordu işini bihakkın yapacaktır” diyordur galip ihtimal.

Daha doğrusu, “ordu bu devletin ana omurgasıdır” gerekçesiyle orduya sempati duyanlar ile “ordu kendi işini yapabilecek kabiliyette” diyenleri, bahse konu olan soru marifetiyle ayırt edemezsiniz. Ayırt etmek için zerre çaba harcamadan, ortaya çıkan not değerini “ordu bazı işlere bulaşmasa” diye düşünenlere karşı bir silah gibi kullanmaya kalkıştığınızda, bir yerlerde bir şeyler aşınır. İleride —mesela bugünlerde— ihtiyaç duyacağınız bir şeyler…

Ordu iyidir/kötüdür, güvenilir/güvenilmez filan… Bunları tartışmıyorum. Bunlar da tartışılabilir elbette ve tartışılması gerekiyor da olabilir. Ama eğer bunları tartışacaksanız, “orduya ne kadar güveniyorsunuz” sorusuna ahalinin verdiği cevaplara yaslanamazsınız. Yaslanırsanız, parmağınızdaki altın yüzüğü bakkal terazisiyle tartıp değerini öğrenmeye çalışmaya benzer.

Türkiye’de bu yapıldı. Uzun süre yapıldı. Araştırma neticeleri, genellikle, ordunun sisteme müdahalesini meşrulaştırmaya çalışan kesimler tarafından, karşı taraftakileri dilsizleştirmek için kullanıldı. Ve ilaveten, ordunun aslında ne kadar güvenilir olduğu hususunda da güvenilir bir bilgi elde edilemedi.

Bilgi araçsallaştırıldı yani.

Bizim ne yapacağımızı, ne yapmamız gerektiğini kararlaştırmak için bilgiye ihtiyacımız var. Ne yapacağımıza önceden karar verip sonra da onu meşrulaştıracak şekilde bilgiyi eğip bükmenin bir faturası olması gerekiyordu. O fatura önümüze geldi. “Ordu Türkiye’nin en güvenilir kurumu” iddialarının birilerinin yüzüne bir tokat gibi vurulmasının faturasından söz etmiyorum sadece, o süreçte istihdam edilen bütün bilgiler hakkında konuşuyorum.

***

Güven, bütün sosyal düzenin biricik hammaddesi. Para dediğiniz şey, özü itibariyle, güvenden ibaret —başka hiçbir katkı maddesi yok. Okullara güvenmezseniz —mesela karda bahçenin layıkıyla temizlenmediğini, dolayısıyla çocuğunuzun düşüp kafasını kırabileceğini düşünürseniz— her türlü bedeli göze alır, çocuğunuzu okula yollamazsınız. Yargının sizin hukukunuzu koruyacağına güvenmezseniz, kendi adaletinizi kendiniz temin etmeye kalkarsınız. Trafikte karşıdan gelen aracın sürücüsünün durduk yerde sizin şeridinize geçmeyeceğine güvenmezseniz, trafiğe çıkamazsınız. Ve saire…

Güven, bütün insani duygular içinde, üzerine medeniyetin inşa edildiği biricik duygu.

Eski seyyahların seyahatnamelerinden görüyoruz ki, üzerinde bizim yaşadığımız topraklarda insanlar, hem tanımadıkları insanlara ve hem de kurumlara, başkalarından daha çok güven duyuyorlardı. Güvenilir olmak ve kurumların güvenilir olması, birçok kişinin birinci önceliğiydi. Bugün bu coğrafyada güven duygusu, dünya ortalamasının çok altında. Nereden biliyorum? Dünyada periyodik olarak güven duygusu tartılıyor. Öyle “filanca kuruma ne kadar güveniyorsunuz” türünden bakkal terazisiyle değil, daha kapsamlı sorular vasıtasıyla… Şunu görüyoruz, Avrupa’da, Kuzey Amerika’da ve Japonya’da insanların tanımadıkları insanlara ve kurumlara duydukları güven çok yüksek, bizde, diğer Ortadoğu ülkelerinde, Afrika’da düşük —özellikle de Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde çok düşük.

Oyun Teorisinde (Game Theory) güven oyunu adı verilen bir kategori var. Size on lira veriyorlar mesela. Masanın öteki tarafında oturan tanımadığınız biri var, ona da on lira veriyorlar. Size bir teklif yapıyorlar, eğer on liranızı o tanımadığınız şahsa verirseniz, ona ekstra otuz lira daha verecekler. Vermezseniz, on liranızı alıp gideceksiniz, o da on lirasını alıp gidecek. Ama eğer verirseniz, karşıdakinin elinde elli lira olacak ve gönlünden kopan kadarını size verecek. Hiç kopmazsa? Elli lirasını alıp gidecek ve siz avcunuzu yalayacaksınız.

Bu oyun dünyanın muhtelif kültürlerinde oynanıyor. Hatırı sayılır orandaki denek, elindeki on lirayı, tanımadığı kişiye veriyor. Hatırı sayılır orandaki kişi de on ile yirmi lira arasında değişen bir parayı geri veriyor.

Bu oyundan öğrendiğimiz üç şey var:

  1. Biz, yani insanoğlu, hiç tanımadığı insanlara bile, tahmin edilenden daha fazla güveniyoruz. Elimizde güvenmek için hiçbir veri yokken… Başkalarına güvenmek, yani, insanın fıtratında var (fıtrat kelimesini sevmedinizse, built-in, hard-wired bir özellik).
  2. Tanımadığımız insanlar bile, bizim kendilerine duyduğumuz güveni boşa çıkarmayıp, kazandıklarını bizimle paylaşıyorlar. İnsanoğlu, bir daha hiç karşılaşmayacağı insanların bile güvenini sarsmamaya ihtimam gösteriyor.
  3. Güven duygusu bir sıfır/bir, var/yok değişkeni değil. Tedrici olarak değişen bir değişken. Bazı kültürlerde daha yüksek, başkalarında daha düşük. Güven duygusunun daha yüksek olduğu toplumlar, düşük olduğu toplumlara kıyasla daha zengin.

***

Güven oyununun bir versiyonu var. Yine masanın iki yanındaki kişilere onar lira veriliyor ama karşıdaki bir denek değil, deneycilerden biri ve siz bilmiyorsunuz. On liranızı ona veriyorsunuz ve o, kendisine öyle söylendiği için, elli liranın hepsinin üstüne oturmaya kalkıyor. Tam kalkıp gidecekken, size bir ilave opsiyon sunuluyor. Cebinizden vereceğiniz her liraya karşılık, onun iki lirası geri alınacak. Siz bir şey kazanmayacaksınız —hatta kaybedeceksiniz— ama o sizin iki katınız kadar kaybedecek.

Manasız görünüyor. Bir oyuna davet edildiniz. Size hiç yoktan bir para verildi. Onunla —karşınızdakine güvenerek— bir kumar oynadınız. Karşıdaki güveni hak etmeyen biriymiş, öğrendiniz. Cebinizden niye para harcayasınız?

Manasız görünüyor ama insanlar ceplerinden para harcayarak, kendilerini dolandıranın cezalandırılmasına sıcak bakıyorlar. Bu tutum, öyle görünüyor ki, “bedelini ödeyeyim ama bu zibidi de böyle herkesi dolandıramayacağını öğrensin” şeklinde yorumlanabilir.

Yani?

Yani toplumdaki güven duygusunun aşınmaması, aksine güçlenmesi, başkalarının güven duygusunu istismar edenlerin hizaya getirilmesi için bedel ödemeye hazırız genellikle.

Bugün tarumar olmuş bir ülkede yaşıyoruz ve ülke nüfusunun kahir ekseriyeti, özü itibariyle, başkalarının cezalandırılması için ciddi bedeller ödemeyi göze almış durumda. Aslında, nüfusun kahir ekseriyetinin, başkalarının cezalandırılmasından başka, hayattan hiçbir beklentisi kalmadığını bile emniyetle söyleyebiliriz. Birileri “Kürtlerin canı yansın da, bana ne olacaksa olsun” ruh durumunda. Türkiye Kürtlerinin büyük çoğunluğu —özellikle gençleri ve kadınları— için durum çok farklı sayılmaz. Birileri dindarlar, ötekiler laikler, filancalar Aleviler falancalar Sünniler için aynı ruh durumuna sahip. Hemen herkes, dünyanın bu hale gelmesinden mesul tuttuğu, artık Amerika mı, İngiltere mi, Rusya mı her kimse onun ayağı sürçsün diye harcıyor neyi varsa.

Sözünü ettiğim kolektif cezalandırma heveslerinin hiçbiri yeni şeyler değil. Ama hiçbiri bugünlerdeki seviyeye gelmemişti. Zaman zaman yükseltilmiş, belirli kesimleri temsil ettiği düşünülen birilerine büyük bir bedel ödetildikten —böylelikle cezalandırma heveslilerinin yürekleri serinletildikten— sonra yeniden derin donduruculara yerleştirilmişti. Bu işleri kotaran devletti, siyaset değil. Siyaset, devletin güdümünde, mecbur kaldığı ölçüde bu oyunlara alet olmuş, ama serinlik avdet ettiğinde yeniden, varlık ve meşruiyet zeminine dönüp cezalandırma heveslerinin söndürülmesi için elinden geleni, elinden geldiği ölçüde yapmıştı. Çok sağduyulu olduklarını filan söylemiyorum, neticede siyasetçi iseniz, memlekette karşılıklı cezalandırma heveslerinin yükselmesi işinize gelmez, sizin menfaatinizle çelişir ve siz de bunu omurilikten bilirsiniz.

Erdoğan ve tayfası, bugüne kadarki siyasilerin aksine, toplumdaki cezalandırma hevesinin ucuz bir enerji kaynağı olduğunu keşfettiklerini zannettiler. Ucuz bir enerji kaynağı olduğunda haklıydılar, sandıktan milyonlarca oy toplamak için en ucuz metot buydu. Ama bedeli başka yerlerden ödeniyordu —sosyolojinin dikiş yerlerinin atmasıyla…

Akıl başka, kurnazlık başka yani.

***

Özetleyecek olursak…

TSK’yı en güvenilir kurum olarak bulan araştırmalar, aslında TSK’ya duyulan güvenin kompozisyonu hakkında bize hiçbir şey söylemiyorlardı. Bugün AKP’nin arkasındaki sosyal destek de AKP’ye duyulan güvenin dokusu hakkında hiçbir şey söylemiyor. Şahsi gözlemlerimle ve son derece emniyetle söyleyebilirim ki, kimse AKP’ye güvenmiyor. Yani kendisinden normal şartlarda beklenmesi gereken işi doğru dürüst yapabileceğine… Ondan biricik beklentisi var onu destekleyenlerin, kendilerini dolandırmış olanların cezalandırılması, acı çekmesi…

Bu sosyolojik dokudan hayırlı herhangi bir şey çıkmaz.

Ama biz hayırlı bir şeyleri hak eden bir millet olmadığımızdan değil. Çünkü —yukarıda da işaret ettiğim gibi— aslında mevcut motivasyonun kaynağı, dünyanın diğer yerlerindeki ile aynı: Biz başkalarına, tanımadığımız insanlara güveniyoruz. Dolandırıldığımızı hissettiğimizde de, bizi dolandıranın cezalandırılması için bedel ödemeye hazırız, yeter ki dünya güvenilir bir yer olsun, dünyayı güvenilir bir yer olmaktan çıkaranlar cezalarını çeksin de öyle olsun.

Normal bir siyaset, topluma, “canım şurada bir dolandırıcılık olmuş ama senin bedel ödemen lazım değil, o cezasını çekecek, biz güvenilir bir toplumuz” der. Toplumun geçmişin hesabını denkleştirme şehvetini gemleyip geleceğe bakmasını sağlamaya çalışır. AKP tam tersini yapıyor. Hep öyle yaptı, yeni icat ettiği bir şey değil. Ama bu oyunun sürebilmesi için her gün dozun yükselmesi lazım. Erdoğan her gün daha büyük, daha kötü, daha şedit şeytanlar üretmek zorunda. Ve yapıyor/yapacak.

Bu iş bitmiştir.

Türkiye, herkesin herkesi kendi eliyle cezalandırmaya kalkacağı bir can pazarına hızla sürükleniyor. Çünkü güveni inşa etmesi ve mevcut güveni de pamuklar içinde koruması gereken bir heyet, ahmaklığı, cehaleti ve fakat aşırı ihtirası yüzünden, mevcut olan güven duygusunu da şehvetle tahrip ediyor.

Güven her şeydir.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin