Güven
Dün Esenboğa’da, uçağın teknik bir arızası olduğu için gecikeceği söylendi. Daha sonra gecikme uzadı ve kapı değiştirildi. Nihayet uçağa bindiğimizde, elektrik arızası giderilemediği için uçağın değiştirildiği anons edildi.
Bir yanımda oruçlu biri oturuyordu, öte yanımdaki ise Sözcü okuyordu. İzmir’e yaklaştığımızda, oruçlu olan delikanlı, “İzmir Havaalanı şehre bu kadar uzak mıydı” diye sordu. Sesinde bariz bir endişe vardı. “İzmir ölçeğinde uzak sayılır” gibi yuvarlak bir cevapla geçiştirmeye çalıştım. “Uçak arızalıydı da…” filan gibi bir şeyler geveledi. Birkaç dakika sonra anlaşıldı ki, bizi arızalı uçakla uçurduklarını düşünüyordu. Şimdi uçak emniyetle inemiyordu ve düşmek için şehrin dışında bir yerlere yönelmişti.
“Arızalı uçakla uçmuyoruz, uçağı değiştirdiler” dedim. Sözcü okuyan muhabbete, beni ne kadar saf bulduğunu ima edilerek katıldı. Öteki de şaşkınlıkla “uçağı değiştirdiklerine sahiden inanıyor musunuz” diye sordu.
Normal saatine bir saat kala, uçak kapıdaydı. Kapıdaki uçak yerinde dururken, bizi başka bir kapıya, dolayısıyla başka bir uçağa yönlendirmişlerdi. Yani, kendi gözlemlerimle de biliyordum ki, evet, uçağı değiştirmişlerdi. Eğer gözlem yapmamış olsaydım, yalan söylendiğini düşünür müydüm? Zannetmem. Arızalı uçakla uçmayı ben kabul etsem, herhalde pilotlar kabul etmezdi diye düşünürdüm.
***
Esenboğa’da beklerken, bizi kapıda bekleyen uçağa almaya bir türlü başlamamaları yüzünden tartışma çıktığında da güven lafı birkaç defa geçmişti. Kimse kimseye güvenmiyordu ve güvenmemek son derece olağan kabul ediliyordu ki, ikide bir “size güvenmemizi nasıl beklersiniz” veya “size neden güvenelim” gibi sorular fütursuzca sorulabiliyordu. Ama işin bu kerteye varabileceğine, bizim arızalı uçakla uçuruluyor olduğumuzu kabul etmemenin saflık olarak etiketlenebileceğine, doğrusu hiç ihtimal vermezdim.
Türkiye’de dehşetli bir güven problemi var. Yeni bir şey değil.
Akşam’da yazarken de bir araştırma vesilesiyle yazmıştım, güven yoksa ekonomi yok, sosyoloji yok. Yani içinde kâfi miktarda güven olmayan ekonomiden, sosyolojiden bir hayır gelmez.
Türkiye’de dehşetli bir güven problemi var. Kimse devletin herhangi bir kurumuna güvenmiyor. Kimse kendi mensup olmadığı sosyal kesimlerin herhangi bir dediğine veya tasarrufuna güvenmiyor. Kimse kendi mahallesindeki kimseye de güvenmiyor. Herkes herkesin saklı bir ajandası olduğundan emin. Dolayısıyla kimse kendisini emniyette hissetmiyor. Devasa bir kasabada yaşıyoruz.
***
NPQ Türkiye’nin bir sayısının teması Allah ve Politika idi. 1990’ların ikinci yarısıydı yanlış hatırlamıyorsam ve dergiye Arap dünyası adına katkı yapan Mısırlı gazeteci Sid Ahmed adında biri, bütün İslam âlemi adına, mealen şöyle özetlemişti durumu: Batılılar Müslümanların bilmediği bir şeyler biliyorlar, bu bilgilerini de İslam’ın aleyhine örgütlüyorlar. Müslümanlar böyle inanıyorlar ve dolayısıyla kendilerini, esrarına vakıf olamadıkları bir taarruzun hedefi olarak görüyorlar. “Yok artık” diye geçirmiştim içimden ve yazdığım bir raporda da eleştirmiştim Sid Ahmed’i.
Şimdi Türkiye bu halde. Muhtemelen bütün İslam dünyasıyla birlikte Türkiye de bu halde. Herkes kendisini, unsurlarını tam olarak bilemediği bir takım örgütlerin, esrarına vakıf olmadıkları taarruzlarının hedefi olarak algılıyor.
Bu ruh halinden bir şey çıkar mı? Çıkar. Çıkan şey hayırlı bir şey olur mu? Zor.