Hafta Sonu İçin Uzun Bir Edebiyat Ödevi

Malum, Barzani referandum yapmakta ısrarlı. Ben de gecelerdir uyuyamıyorum. Başımıza bir iş geleceğinden eminim de ne iş gelecek, pek bilemiyorum. Cehalet işte.

Ve nihayet… Son dönemde hep olduğu gibi, her başı derde girenin imdadına yetişen Bahçeli, bilmem kaçıncı defa, yine imdada yetişti —yeni bir tweet katarıyla. Bir defa, malum referandumun, ta 1356’da Çimpe Kalesinin alınmasıyla başlayan bir mücadelenin yeni bir raundu olduğunu anlamış bulundum. Gerçi bizi önce Avrupa’dan, ardından da Anadolu’dan çıkarmayı planlayan kahpe düşmanlar ne demeye bu raunda Kerkük’ten başladılar, pek mana veremedim.

Ama işte hilal parlayınca haçlıların uykusu kaçmış ya, besbelli uykusuzluktan ne yaptığını bilmiyor herifler. Uykusuz muykusuz da olsalar, mazlumların hak ve hukukuna illa tecavüz etmekte kararlı olan düşmanlar, Türklüğün hakkından gelmedikçe bu tecavüzü gerçekleştiremeyeceklerini bildiklerinden…

Düşmanların kim olduğunu biliyorsunuz. Biliyor olmalıyız. Bahçeli’nin kullandığı kipe bakarsak, hem onlar kendilerini biliyor, hem de biz onların kim olduğunu biliyoruz. Galiba o meşum haçlılar olacak. Da… Türklüğün hak ve hukukunu teminat altına aldığı mazlumlar kim? Orası pek meçhul. Bu coğrafyada pek ziyade mazlum var ve fakat, bildiğim kadarıyla, Bahçeli ve biz, yani Türkler, o mazlumların hak ve hukuku için pek teminat sayılmayız.

Gibi geliyor bana.

Ben öyle biliyorum da, bana yanlış öğretmişlerdir herhalde. Yani başımıza bir iş geleceğini bilip de ne iş geleceğini bilmeyen benim bilgim mi kıymetli, güney sınırlarımız boyunca Kürdistan kurulursa Türkiye’nin felç olacağını bilen Bahçeli’nin mi?

Her birinde derin hikmetler saklı, her biri taşıdığı hikmetlerin ağırlığı altında inleyen işbu tweetlerde mazlumların kim olduğunu yazar niye söylememiş? Eğer lisede Edebiyat derslerinde haylazlık yapmasaydım, herhalde bilebilirdim. Yani mazlumların kim olduğunu bilemesem de, yazar neden mazlumları liste halinde okurlara bildirmemiş, muradı neymiş, nasıl bir sanat yapmış, onu bilirdim. İleride, bu müthiş edebi eserler lise Edebiyat ve Tarih derslerinde okutulurken, herhalde öğretmenler öğrencilere soracaklardır, çocuklara şimdiden hazırlanmalarını tavsiye ederim.

Uykusuzluktan ne yaptığını şaşıran düşmanlar gibi biz de Çimpe Kalesinden Kerkük’e zıplayıverdik. “Ne iş?” diye düşünmedim değil ama. Bu defa da beyhude düşünmüşüm. Çünkü derhal Ankara’ya döndük biz, gafil düşmanlar gibi Kerkük’te kalmadık. Niye Kerkük’e gitmişiz? Çünkü Ankara ile Kerkük’ün kaderi bir ve aynıymış. Yaa!

Demek ki neymiş? Irak diye bir devlet varken ve Kerkük o devletin şehri iken Ankara ile Kerkük’ün kaderini birbirine bağlayan bir şey —herhalde uzunca bir tünel filan— varmış ve fakat Kerkük bir oldubittiye getirilip peşmergenin hâkimiyetine girerse? Burada Lord planları diye bir derin mevzu giriyor işin içine. Beni aşıyor. Cahilliğim belli olmasın diye bu mevzuu atlayayım izin verirseniz. Zaten durum ciddi. Musul, Telafer, Tuzhurmatu, ezcümle Türkmeneli tasfiye ve telef oluyormuş işbu Lord planları marifetiyle ki, öyle bir şey olursa Anadolu’ya ateş yağacakmış.

Başta bizi Avrupa’dan ve bilahare Anadolu’dan çıkarmaya çalışanlar niye işe Kerkük’ten başlıyor diye kafa patlatırken, aslında Kerkük’ün de Anadolu’nun bir parçası olduğunu, yani yazarın —ve yazar tarafından hain planları deşifre edilen düşmanların— Kerkük’ü Anadolu’nun bir parçası saydıklarını varsaymıştım. Şimdi anlaşıyor ki, Kerkük başka bir yerde. Düşmanlar Anadolu’ya tersten girmiş değiller yani bizi sürmek için. Anadolu’nun dışından, Lord planlarıyla… Eh, bana kalırsa bizi Avrupa’dan ve nihayetinde Anadolu’dan sürmek için tuhaf bir plan. Tuhaf adammış bu Lord, her kimse. Pek akıllı sayılmaz gibi.

Ama ben haddimi aşmayayım yine de… Çünkü belli ki bu tuhaf akıllı düşmanı Bahçeli pek ciddiye alıyor. “Yedi koldan, yirmi dört boydan geldik Orta Asya’dan. Tıpkı yayından fırlayan ok, çakan yıldırım, huduttan hududa atılan mızrak gibi” diyor. Herhalde ona diyor. Bu arada anlamış oluyoruz ki, Orta Asya’da yayından fırlayan ok, yediye ayrılıp, sonra yirmi dörde bölünüp de yol alıyor. Vay, ceddimizin ne okları varmış. Onlar da besbelli Orta Asya’nın yıldırımlarından ilham almışlar. Yıldırımları böyle olan bir yerde yaşamak ister miydiniz? Ben istemezdim. Okları neyse ne de, atalarımız Orta Asya’dan buralara gelmekle iyi yapmışlar. Kendilerine teşekkür ederim. Bence hep birlikte edelim.

Bu arada öğretmen sorarsa “mızraklar neden huduttan hududa atılıyor” diye, sizden kopya istemek zorunda kalacağım. Kesinlikle cevabı bilmiyorum, tahmin etme şansım da yok, çünkü nereden başlasam düşünmeye, hudutların birbirine pek yakın olduğu fikri düşüyor aklıma. “Ulan bizim atalarımız o kadar yakın hudutların arasında yaşarken kazara uzanıp yatmaya kalksalar, ayaklarına pasaport almaları gerekirdi” diye tuhaf düşünceler üşüşüyor zihnime. İyi ki o dönemde pasaport mecburiyeti yokmuş ve zamanla hudutlar birbirinden şimdiki gibi uzaklaşmış. Her kimin fikriyse, iyi akıl etmiş yani. Ona da teşekkür edelim.

Neyse, geçelim bunları. Dedim ya, ciddi işlerimiz var. “Kerkük Türk’tür diyoruz. Hamaset yapmıyoruz. Şaka hiç yapmıyoruz. Bedel ödemekten bahseden Barzani’ye bedeli ödettirecek de güçteyiz.”

Bir Irak vilayeti olduğunda Türk olan Kerkük, eğer Irak’ın kuzeyinde bir Kürdistan kurulur da onun vilayeti olursa, birden… Bir şey olacak herhalde. Veya Iraklılar bedel ödemekten bahsetmedikleri için onlara bedel ödetemedik bir türlü. Bir bahsetselerdi… Belki de onlara bedeli ödettirecek güçte değilmişizdir. Bilemedim. Gerçi dört koldan, yirmi dört boydan filan… Herhalde güç konusunda bir sıkıntı olmasa gerek. Yani yazının genel havası, filan.

Şimdi…

Malum tweet katarının en güzel yeri geliyor. Herkes hazır olsun. Hazırola geçin.

“Gerekirse güneşe ateş taşırız, gerekirse buzdan ateş yakarız, gerekirse cepheden cepheye kan naklederiz, yine de bekamıza el sürdürmeyiz.”

Ne kadar güzel değil mi? Sizin de zihninizde, dört koldan, yirmi dört boydan, elimize almışız ateşleri, güneşe taşıyoruz imgesi canlanmıyor mu? Harika vallahi. Eh, güneşe neden ateş taşıyoruz, onu sormamak lazım herhalde. Biz Türk olduğumuzdan besbelli. Başkaları olsa, kolay ve mantıklı olanı yapıp güneşten buraya taşırdı ateşi. İyi de onların güneşten buraya taşıyacağı ateşi oraya kim götürecek? Elbette biz. Türkler. Âlem nasıl gidebiliyor sanıyordunuz Mersin’e? Biz gittiğimiz için tersine. Ya… Bir esrarı daha böyle aydınlatmış olduk.

Aklınıza gelebilir, o ateşi nereden bulacağız diye. Buzdan yakacağız. Çünkü kibritimiz yok herhalde. Çakmak daha icat edilmemiş gibi yapıyoruz burada. Neden öyle yapıyoruz? Çünkü… Cepheden cepheye kan nakledeceğiz. Ne alakası var demeyin. Şöyle bir alakası var. Bana gelen son haberlere göre, bir vakittir savaşlarda cephe mevhumu ortada kalktı. Öyle siperler kazacaksın, içine gireceksin, büyük komutan Bahçeli “süngü tak” diyecek, Ak tolgalı beylerbeyi “ilerle” diye haykıracak, fırlayacağız düşman mitralyözlerinin yaylım ateşinin üzerine, birinci sıra tamam, hepsi öldü. “İkinci sıra fırla!”. Fırladılar efendim. Hepsi öldü mü? Evet efendim, yüzde yüz başarıyla, bir tek istisna bile olmadan… “O halde üçüncü sıra fırla!”. Filan. Bunlar artık olmuyor. Öyle cepheler filan yok ne yazık ki. Hatta, yeminle bak —Bahçeli’ye söylemeyin ama— muhtemelen bizim askerler karşılarında düşman ararken, silahsız araçlarla telef olacaklar. İşte sanki bütün bunlar eskisi gibiymiş, şartlar değişmemiş gibi yapmak için, çakmak icat edilmemiş gibi yapıyoruz. Kibritimiz de yok —cephe burası kardeşim. Buzdan yakacağız ateşi. Yakılır mı? Ne demek ulan, Türk değil misin sen? Devlet bey emretmiş, yakacaksın işte. Hani daha az soğuk bir şeyden deneseydik, daha kolay olurdu. O vakit Türklüğe yakışmazdı. Herhalde yakışmazdı, ne bileyim!

Buzdan ateşi yaktık ve güneşe taşıdık. Bu arada da cepheden cepheye kan naklini ihmal etmeyin ama. Şimdi sorarsınız siz, kimin kanını neden naklediyoruz diye. Ben de bilemedim. Yazar burada ne demek istemiş olabilir, bilemedim. Bizim askerlerimizin kanını naklediyorsak, besbelli iki cephede de çok yaralı var. Eh, her cephenin kendi kan stoklarını o cephede tüketsek. Olmuyor herhalde. Galiba bir cepheye hep A ve AB grubu kanı olan askerleri sürmüşüz, ama kan stokları B ve 0. Öteki cephede ise tersi bir durum var. Şaşırdınız mı? Şaşırmamışsınızdır. Olur öyle karışıklıklar. Şikâyet etmeyi de bırakın, derhal kan nakline başlayın. Herhalde bir hayli yaralımız vardır.

Bir de şöyle bir ihtimal var. Bu cephede birçok düşman öldürdük. Bize yakışacak şekilde, her yer kan deryası. Bize neden yakışıyor, orasını hiç bilemedim ama ders kitaplarından öğrendiğim kadarıyla yakışıyor. Lakin öteki cephe… Mahzun. Pek az düşman öldürmüş bizimkiler, pek az kan var. Varla yok arası… Şimdi bu cepheden düşman kanının fazlasını oraya nakledeceğiz ki, orası da bize yakışacak. Tamam mı? Böyle de olabilir yani. Yazar bunu demek de istemiş olabilir.

Bu arada şu da var. Referanduma şiddetle ve katiyetle karşıyız ama birileri Barzani’ye —ki Lord’un nesi olduğunu öğrenemedik, “öğreniriz” diye düşünüyorsanız boşuna heveslenmeyin, ben sonuna kadar okudum hiçbir ipucu yok, yazar bu ilişkiyi tahmin etmeyi bize bırakmış, belki de ensest bir ilişkidir, ondandır— “referandumdan vazgeç, sana Kerkük’ü bağışlayalım” demiş. Olmaz. Türk’ün yenilmez iradesi, geçilmez imanı… Geçilmez imanı… Benim bildiğim bir Çanakkale vardı geçilmez, Binalı Yıldırım ırzına geçti, onun yerine iman boğazı diye bir şey mi kondu da ben kaçırdım, bilemedim.

Mevzumuza dönersek, referandum olmaz. Çünkü referandum, Çimpe Kalesinin 1356’da alınmasının biraz gecikmiş bir rövanşı idi. Haçlılar biriktirmiş, biriktirmiş, tuhaf bir mesafeden hesap sormaya karar vermişlerdi.

Şimdi “referandumdan vazgeç, sana Kerkük’ü bağışlayalım” diyenler, o halde, haçlılardan başka birileri. Lord olabilir mi mesela? Bu Lord bir plan yapıp, başımıza sarıp nereye kaçtı. Kendisi kim, planı ne, her meçhulde aklımıza gelip duruyor. Artık her kimse o, Barzani’ye “Kerkük’ü al, referandumdan vazgeç” diyenler, hakkında bir tek şey biliyoruz, haçlılar değiller. Ama kim onlar? Kim? Ah bu gece de uyku yok bana…

Bir şey daha biliyoruz. “Bugün Kerkük’ü peşkeş çekmeyi amaçlayanlar, yarın Diyarbakır’a, Hakkâri’ye, Şırnak’a gözlerini dikeceklerdir. Bu kaçınılmaz bir gerçektir.”

Ya… Kaçınılabilir bir gerçek olsa Bahçeli’nin hikmetlerinin arasında yeri ne?

Haçlılar vardı, güneyden dolanıp Çimpe Kalesinin rövanşını alacaklardı, bu amaçla bir referandum tezgâhlamışlardı, referandumu Barzani yapacak olduğuna göre demek ki Barzani’nin haçı vardı. Birden sahneye birileri girdi, Barzani’ye “referandumdan vazgeç sana Kerkük’ü verelim” dediler. Kim onlar bilemedik. Dost mu düşman mı? Onu bilebiliyoruz ama. Bütün dünya Türk’e düşman olduğundan, elbette onlar da düşman. Düşmanlardan biri referandum yaptırmaya çalışıyor, öteki “referandum olmaz, Kerkük’ü verelim” diyor. İkisi birbirine düşman mı? Asla! Herkes sadece Türk’e düşman. Sadece nasıl düşmanlık yapacakları konusunda fikir ayrılıkları var. Biri Çimpe Kalesini bilmiyor da olabilir mesela. Düşman bu, her şey beklenir bunlardan.

Tam bu noktada, hikmetlerin arasında Amerika ve İngiltere’ye uyarılar geliyor. Müfessirler diyorlar ki, az önce sahneye çıkan kimliği belirsiz —hani şu Barzani’ye “referandum yapma, Kerkük’ü al” diyen— şahıs, aha Amerika ve İngiltere olmuş olmalı. Ve Bahçeli’nin ABD ve İngiltere’ye uyarılarının ardından… Bingo! Metnin en edebi, dilsel anlatım tekniği açısından en göz alıcı yeri geliyor. Na na na na…

“Bölgemizde fitneye mihmandarlık yapan ABD, gelecekte kendi eyaletlerinde baş gösterebilecek bağımsızlık arayışına ne diyecektir?”

Buraya kadar gürül gürül akan, adeta kükreyen metin, ani bir frenle, bir soru cümlesine geçiyor. Ne diyecektir ABD? Ne diyebilir? Hele ki bizim Çimpe Kalesinin tamı tamına 661 yıl öncesinden gelen rövanşı akılda tutulursa, “gelecekte” kendi eyaletlerinde baş gösterebilecek arayışlara ne diyecektir. Düşünsünler bakalım ta 661 yıllık geleceği. Bugün olmaz, yarın olmaz, üç yüz yıl sonra olmaz, ta 661 yıl sonra da mı olmaz? Nereden biliyor ABD. Ha, nereden biliyor?

“Mesela Kaliforniya’nın içten içe büyüyen, devamlı zemin tutan ayrılma talepleri iyice somutlaşır, gün yüzüne çıkarsa ABD ne yapacaktır?”

Ne yapacaktır? Sorarım size ne yapacaktır? Aniden bütün devreleriniz karıştı, adeta bir zihinsel felç haline geçtiniz değil mi? Kaliforniya’nın derdi sizi fena halde germiş olmalı. Şöyle bir tasavvur edin, Kaliforniya eyaleti ABD’den ayrılıyor, Okyanus’a doğru süzülüyor. Ne yapacak ABD?

Yazar işte buraya kadar ateş ve kanla bir destan yazarken aniden frene basıp peş peşe can alıcı soruları sorarak, muhataplarını felç etmeyi, ABD’yi referandum yapılmamasına karşılık Barzani’ye Kerkük’ü peşkeş çekemez hale getirmeyi amaçlamaktadır. Ama bununla kifayet etmez. “Veya İngiltere’nin atadığı valilerce yönetilen Kanada, Avusturalya, Yeni Zelenda gibi ülkeler yeter derse neler olacağını düşünen var mıdır?”

Burada tecahülü arif sanatının nadide örneklerinden birini görüyoruz. Yazar elbette bilmektedir, dünyada ne olursa neler olacağını düşünen kimse yoktur. Çünkü herkes işi gücü bırakmış, Çimpe Kalesinin fethinden beri, Türkleri Avrupa’dan ve bilahare Anadolu’dan çıkarmaya hasretmiştir bütün mesaisini. Ama Kanada, Avustralya, Yeni Zelenda “yeter” diyebilir. O aymaz İngiltere, büyükelçisi aracılığıyla “Sayın Başkan, onlar tam bağımsız ülkeler” diye aklınca cevap veren ahmaklar, zaten verdikleri cevapla meseleleri anlamakta ne kadar aciz olduklarını gösteriyorlar. Düşünmüyorlar, kimse düşünmüyor, bahse konu olan ülkeler “yeter” derse neler olacak. Bir tek yazar düşünüyor.

Neyse… Yazar bu noktada hızın yeterince düşmüş olduğuna karar vermiş olmalı ki, ayağını frenden çeker. Yavaşça gaza basar. Yavaşça. Irak Temsilciler Meclisi’nin kararını olumlu bulduğunu bildirir önce. Çünkü —neden olduğunu biz faniler anlamıyor olsak da— Kerkük, Irak diye bir devletin bir vilayeti olduğunda mesele yoktur. Demek ki Irak haçlılardan değildir. Düşman da mı değildir? Orası muhataralı. Bu yüzden, burada hızı artırmakta, bulunduğumuz yerden acilen uzaklaşmakta fayda var. Öyle olmalı ki, “Kerkük menem, men Türk’üm. Gök Bayrak şerefimiz, şerefin muhafazası ölüm kalım sebebidir. Diri diri gömemeyecekler, sıra sıra yok olacaklar.”

Ah! Yazarımızın diğer metinlerinde sıklıkla gördüğümüz, ifade güçlendirici kelime oyunlarından biri daha. “Diri diri” ile “sıra sıra”nın arka arkaya gelmesinden oluşan o müthiş ses ve fikir mimarisi… Ama kendimize gelmemiz, bu müthiş güzellik karşısında kendimizi kaybetmememiz lazım. Ciddi işlerimiz var.

Çünkü hızla yol alırken, her daim olduğu gibi, yine bir yığın düşman çıktı önümüze, biz Türklerin ayağına dolanmak için. Herhalde fazla hızlı gittik, çöle düştük ki, bu defa tıslayan yılanlar, hırlayan çakallar musallat oldu bize, diyeceğim. Ama öyle bir çöl ki bu, fedakârlık dehlizleri var altında. Aha o dehlizlerde son ferdimize kadar ıslanıp kutlu vatanı ve soydaşlarımızı bırakmayacağız.

Kutlu vatanı ve soydaşlarımızı sıkı sıkı tutabilmek için, son ferdimize kadar ıslanmamız lazım geliyor yani. Islanın! Dehlizlere girip ıslanmadan önce ve dehlizden çıktıktan hemen sonra Irak Türkmenlerinden söz edildiğine göre, bırakmayacağımız soydaşlarımız onlar olmalı. Onları Irak’a bıraktığımızda bırakmış olmuyoruz, bunu öğrenmiştik. O soydaşların yaşadığı yerler Irak’ta iken de, demek ki, kutlu vatan oralara kadar gidiyor. Ahmak Iraklılar bilmiyorlardı herhalde, haritalarında kendi toprakları gibi gösteriyorlardı. Aman ses etmeyin, yine lazım olacak o ahmaklık gibi görünüyor. Ama dehlizlerde ıslanıp —neden ıslanmak zorundayız, öğretmen onu da sorabilir ha— yılanlardan ve çakallardan kaçtıktan sonra…

Islak ıslak sesleniyoruz. Seslenmek ne kelime, herhalde çok ıslandık ki, kükrüyoruz. “Niyet sahiplerini uyarıyorum, gayri meşru referandum yapılırsa bölgesel ve küresel fay hatları kırılacak, azdan az, çoktan ise çok gidecektir.”

Az kim, çok kim, ben bilemedim. Türk dediğin az olmaz, çok olmalı. O vakit bizden çok gidecek. İş mi yani? Allah’ın zalım Kürdünden az gidecek, bizden çok… Yazar burada, herhalde, “ağalık vermekle” diye bir cömertlik gösterisi yapıyor. Diyor ki, “ulan kırmızıçizgilerimize dokunmayın, dokunursanız çok zayiat veririz ama size de ufacık bir çentik açarız.” Eh, kendimi düşmanın yerine koydum, pek korkutucu görünmedi bana. Haçlı olsam, Lord olsam, Barzani olsam, ABD veya İngiltere olsam, “iyiymiş ya” derdim. Hatta Irak Temsilciler Meclisi olsam, “ulan bu Türkler bizi düşman bilmiyorlarsa bilseler iyi olur, bilmeleri için n’apsak ki” diye düşünürdüm.

Veya Türk dediğin azala azala pek az kaldı, bizden az gidecek. Bak bu daha makul bir alışveriş. Bizden az gidecek, haçlıların haçının dörtte biri mesela… Amma tuhaf bir sembol olur. Bir kolu olmayan bir Mesih. Komik olur. Lord’un nesi gider bilemedim, mazur görürsünüz herhalde çünkü Lord kim öğrenemedik —demiştim ben size. Barzani’nin hepsi gitsin, Kerkük de Irak’a kalsın. Öyle olunca Ankara da —kaderi Kerkük’le bir olduğundan— Irak’a kalıyordu… Durun ya… Kafam karıştı. Neyse Barzani’nin hepsi gitsin işte. ABD’den koskoca Kaliforniya gitsin. İngiltere’den de Kanada, Avustralya, Yeni Zelenda… Oh oh. Hatta Hindistan, Mısır filan da gitsin. ABD’den mesela Rusya da gitsin.

Bizden az gitsin. Mesela Bahçeli gitsin. Giderken, her gerektiğinde kendisine koltuk değnekliği yaptığı zat da gitsin. Aksi halde düşüp kalacak zavallı. İkisi gitsin. Kâfidir.

Nereye gitsinler? “Gavim gardaş neredesin” diyormuş Kerkük? Biz de; “buradayız, yeri ve zamanı gelirse koşa koşa yanınızda oluruz gardaş” diyormuşuz. Yeri ve zamanı geldi bence. Ama ben, görüldüğü gibi, bir metni baştan sona anlayabilecek biri değilim. Ayak bağı olurum, burada kalayım. Bahçeli ve malum zat Kerkük’e gitsinler mesela. Kerkük’ü alsınlar. Haçlılar düşünmeye başlasın “biz bunun intikamını nasıl alırız, bunları Avrupa’dan nasıl süreriz” diye… Ulan Kerkük nire, Avrupa nire? Kafaları bir karışsın gâvurun. 661 yıl sonra… 2667 yıında… Kim öle, kim kala!

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin