Hakan Fidan’ı Seyretmek
İkinci Kanundan falan söz edip, “varılacak yeri İkinci Kanun tayin ediyor olsa da yolda evrimin hükmü sürüyor” filan gibi hikmetler yumurtlayınca uzak düşüyoruz. Bunlar çoğunuza, memleketin acil meseleleriyle alakasız entelektüel mastürbasyonlar gibi görünüyor galiba. Ama ben, kendimce, İkinci Kanundan söz ederken 2015 seçimleri hakkında da konuşuyor olduğumu düşünüyorum.
Şöyle mesela: Evren ve şürekâsı, masanın üzerinde unutulmuş kahvenin, eninde sonunda oda sıcaklığına ulaşacağını biliyordu. Herkes biliyor, bunu bilmek için General filan olmak lazım değil. Ama Evren ve şürekâsı, bu kadarcık bilgiyle, âlemin sırrını çözmüş olduklarını da zannediyorlardı. (Böyle bir zan, nadir rastlanan bir hal değil. Dunning-Krugger etkisi diye bir araştırın göreceksiniz. Vasıfsızlar genellikle, her nasılsa öğrendikleri basit bir bilginin âlemin şifresi olduğuna kolaylıkla iman edebilirler. Sonra başka bir şey öğrenirler, bir defa daha âlemin sırını deşifre etmiş olurlar. Filan.)
Mesele, demek ki, vasıfsızların âlemin sırrını çözmüş oldukları zannı değil (öyle olsaydı, bu zan bu kadar yaygın olduğuna göre, dünyada hiçbir şeyin yolunda gitmemesi lazım gelirdi), bu çapta vasıfsızların memlekette keyiflerine göre Anayasa yapabilecek güce sahip olabilmeleri. Evren ve şürekâsı, o gücü elde ettiler. Sonra da kahvenin masaya oda sıcaklığında getirilmesini garanti edecek bir düzen kurdular. Nasılsa unutulacaktı kahve ve mühim olan neticeye bir an önce varılmasıydı onlara göre.
Bu arada, ihmal etmeyelim, size göre de mühim olan, neticeye bir an önce varılması, öyle değil mi? Yani 12 Eylül’ün osuna, busuna itiraz ettiniz ama neticeye bir an önce varılmasını garanti edecek bir şeyler yapma şehvetine hiç itiraz etmediniz. Hâlbuki kahvenin sıcak servis edilmesi mühimdi. O soğurken oda —ağır ağır da olsa— değişecekti. Her yanı aynı şekilde ve aynı hızda değil ama değişecekti.
***
Bir de şöyle ifade etmeye çalışayım: Otomobile biniyorsunuz, anahtarı çeviriyorsunuz, motor çalışıyor. Motoru sizin çalıştırdığınızda şüphe yok. İyi de, motor anahtar çevrilince çalışacak şekilde imal edilmemiş olsaydı? Motoru siz yapmadınız, anahtarın yapımında dahliniz yok. Yani netice, sizinle uzaktan yakından alakası olmayan, zerre kadar etki etmediğiniz bir yığın faktörün bir araya gelmesi sayesinde ortaya çıktı. Ama siz, sadece kendi yaptığınız işlemin farkındasınız.
Bir pedala ayağınızla dokundunuz, bir tona yakın kütleyi harekete geçirdiniz. Vereyim oturduğunuz masanın başında ayağınızın altına bir pedal. Basın pedala bakalım, masa harekete geçecek mi? Kabul etmek müşkül olabilir ama hatırlatmam gerekiyor, marifet sizde değil.
Sizin meseleler üzerinde hiç dahliniz yok demiyorum, anahtarı çevirmeyi bilmeniz, gaz pedalına uygun zamanda, uygun hızla basmanız gerekiyor. Amenna. Ama bir netice hâsıl olduysa, mevcudiyetinin farkında bile olmadığınız sayısız aktörün yapıp ettikleri sayesinde hâsıl oluyor.
Evren ve şürekâsı dünyanın bu halinin farkında değildiler işte. Zaten, öyle önüne gelenin kendince hissedar olacağı bir sistemi hiç de emniyetli bulmuyorlardı. Haklılardı zaten, emniyetli değildi. Kahve soğurken odanın şartlarının nasıl değişeceğini öngörememek nasıl bir sıkıntıya yol açıyorsa, Kürtlerin, başı örtülülerin, komünistlerin ve sairenin (yani ne yapacağı öngörülemeyecek kesimlerin) dâhil olduğu bir sistem de benzer bir sıkıntıya yol açıyordu. Evren ve şürekâsı, ahaliyi dışarıda bırakacak bir sistem dizayn ettiler. Masaların altına birer pedal, üstüne birer direksiyon koydular.
Hatırlatayım tekrar, siz de —12 Eylül’ün osuna busuna itiraz ettiniz ama— ahaliyi dışarıda bırakmasına, gücü şöyle doğru dürüst okumuş, makbul insanların elinde yoğunlaştırmasına itiraz etmediniz.
Neticede masaların başında parlak çocuklar oturdu. Ama masalar hareket etmedi, etmiyor. İstikamet değiştirmedi, değiştirmiyor. Sözün kısası, siyaset diye bir şey kalmadı. Dünya gemisi yol alıyor, Türkiye de o gemiyle birlikte yer değiştiriyor. Ama Türkiye’nin halinde ve istikbalinde, o masanın başında oturanların pedala basıp durmalarının veya direksiyonu çevirip durmalarının bir dahli yok. Arada bir masanın başında oturanların hareketi ile dünya ahvali denk geliyor, siz de netice ile o hareket arasında bir korelasyon olduğu hissine kapılıyorsunuz.
***
Asıl mesele şu yani: Önceden tayin edilmiş, öngörülebilir bir neticeye acilen ulaşma şehveti ve garanti arayışı yüzünden doku deforme edilince, siz de siyasetin dışında kaldınız. Uzmanların işi oldu siyaset ve siz ses çıkarmadınız. Normal şartlarda siyaset, sizin soğumanızın oda sıcaklığını etkilemesi gibi bir süreçti. Şimdi Hakan Fidan’ın istifasını siyaset zanneder hale geldiniz, geldik.
Asıl mesele şu yani: O masaların altındaki pedalların ve o masaların üzerindeki direksiyonların memleketin istikametini ve hızını belirleyebilmesi için arada muhtelif düzenekler olması lazımdı. O düzenekler bizdik, bizim eserimizdi. Masanın başında kimin oturacağını konuşuyoruz.
Bize ne yaptılar böyle?
Siyaset, biz içindeysek siyaset. Biz sıcak servis ediliyorsak, soğuyorsak, soğurken enerjimizi bir yerlere aktarıyorsak, bu aktarım homojen değilse, öngörülemez dünyaya öngörülemez davranışlarımızla reaksiyon gösterebiliyorsak, siyaset diye bir şeyin mevcudiyetinden söz edebiliriz. Ancak o vakit, yolun üstüne maden kazası çıktığında, yüzlerce madenciyi kurban etmeden otomobilin direksiyonunun döndürülebilmesi ihtimalinden, şehirlerin can çekiştiğini gördüğümüzde frene basılabilmesi ihtimalinden söz edebiliriz. Aksi halde, siyaset yerine ikame edilen makine, programlanmış olduğu istikamette, programlanmış olduğu hızla, önüne geleni ezip geçer, eğer hareket edebiliyorsa.
***
Bütün bunları, 1980’lerin ortalarından beri, muhtelif şekillerde söyleyip duruyorum. Makinenin maden işçilerini, şehirleri, üniversiteleri, medyayı ve saireyi ezip geçmesini beklemem lazım gelmedi. Makinenin ne yaptığını görmem, “a bak, Evren akıllarıyla böyle neticelere yol açıyormuş” demem lazım gelmedi. Çünkü İkinci Kanunu filan önemsiyorum.
Rivayet edilir ki, Feynman bir derse başlarken, amfinin tavanına astığı devasa bir gülleyi, kürsüye çıkarken, başının hizasına kadar çekmiş ve bırakmış. Önündeki notları karıştırmaya başlamış. Gülle diğer istikamete doğru uzun bir yolculuk yaptıktan sonra, kaçınılmaz kaderine boyun eğip geri dönmüş. Feynman’ın kafasına doğru yaklaşırken, amfideki öğrenciler —gülle Feynman’ın kafasını dağıttı dağıtacak diye— nefeslerini tutmuşlar. Gülle, Feynman’ın kafasının hizasına kadar geldikten sonra, yeniden geri dönmüş. Çünkü sarkaçlar öyle davranırlar, başlangıç noktalarından daha ileri gitmezler. (Bu arada, İkinci Kanunun öngördüğü gibi, enerji kaybettiklerinden, her defasında biraz daha kısa bir yay çizdiklerini de hatırlatayım.) Feynman kafasını kaldırmış ve öğrencilerine “size anlattıklarıma inanıyorum” demiş.
Ben de burada yazıp durduklarıma inanıyorum. Masanın üzerindeki kahvenin soğuması sürecinde ortaya çıkan, her birisi biricik olan fırsatlardan istifade, bir yığın iş yapılabilir. İş ancak öyle yapılır. Kahvenin —bir an önce neticeye ulaşmak şehvetiyle veya öngörülemezliği ortadan kaldırma hevesiyle— masaya oda sıcaklığında servis edildiği bir dünyada ise iş filan yapılamaz. Seyredersiniz ancak. Siz Hakan Fidan’ı seyredersiniz. O da tabiatın işini yapmasını seyreder.
Politik olan her şey apolitik olanla, yani dünyanın nasıllığıyla akraba. Apolitik olan her şey de politik.