Hayatın Çarkları, Siyasetin Çarkları
Yeni bir dünya kuruluyor.
Mesela… Birkaç yıl önce Cenevre’de, bir üniversitenin uluslararası ilişkiler enstitüsü diyebileceğimiz bir kuruluş, dünyanın dört bir yanından yirmi kadar “fark yaratan belediye başkanı”nı ağırladı. Enstitünün Başkanı olduğunu zannettiğim bir hanımefendi, programın açılış konuşmasında, dünyanın giderek devletlerarası olmaktan çıkıp şehirlerarası olmaya başladığını öne sürdü. Öyle mi sahiden? Öyle görünüyor. Çünkü dünya bir yandan küreselleşirken, bir yandan da yerelleşiyor. Merkezi devletler yetkilerini bir yandan uluslararası örgütlere, bir yandan da mahalli yönetimlere kaybediyor.
Ve Türkiye’nin şehirleri bu gidişatı neredeyse tamamen ıskalıyor.
İhtiyacı hissetmediklerini söyleyemeyiz. Antalyaspor Eto’o’yu transfer ederken “Antalya’yı dünyaya duyurmak”tan söz edildi. Neticede her yıl milyonlarca turist ağırlayan bir şehirden söz ediyoruz. Dünyada yaşanan eğilimleri hissediyorsa, şaşırtıcı olmaz. Ve Eto’o’nun transferi de, kim ne derse desin bir gayret, en azından. Mesele şu ki, yetmez.
Mesela… Türkiye’nin ihracatı eriyor. Hızla eriyor. Çünkü Türkiye’nin dünya piyasasına sunabildiği sınai ürünleri başkaları Türkiye’den çok daha ucuza sunabiliyorlar artık. İki sebeple: (a) Bir bölümünde emek Türkiye’dekinden daha ucuz olduğundan ve (b) diğer bölümünde de teknoloji imalatta çok daha fazla hisse sahibi olduğu için. Emeği ucuzlatmak ve böylelikle rekabet etmek manalı değil, çünkü böyle yapmakla Türkiye’nin işçisini Avrupalı muadiline kıyasla ucuzlatmış oluruz. Ama teknolojiyi geliştirmek, ürün tasarlayıp geliştirmek filan gibi konularda hiç yokuz.
Türkiye neredeyse sadece inşaat ve rant üzerinden bir iktisadı yürütmeye çalışıyor.
Mesela… Big data diye bir kavram zuhur etti. Geleneksel iktisadi yaklaşımlarla bakıldığında büsbütün manasız görünen Google, Facebook filan gibi ürünler, uzun süre, neden olduğu pek de anlaşılamayacak biçimde değer kazandılar. Bu tür ürünler üretilip tasarlanırken hiç de akılda olmayan bir kavram olarak zuhur etti big data. İstatistik denen bilim, big data yüzünden, tepeden tırnağa değişti. Eskiden ölçmek istediğimiz bir şey için örneklem belirleyip, veri avına çıkıyor, sonra da bu verileri analiz ediyor, elde ettiğimiz neticenin güvenilirliği filan gibi konularda bıktırıcı testler yapıyorduk. Şimdi akla sığmaz büyüklüklerde veri var ve bu verinin bize neler söyleyebildiğini anlamanın peşinde koşuyoruz.
Türkiye, bugünlerin stratejik kaynağı (mesela 20. Yüzyılın petrolü neyse o) olarak görülen big datayı üretmek konusunda kılını kıpırdatmıyor. Daha vahimi, mesela ODTÜ’nün istatistik bölümü, sanki istatistik âleminde böyle bir devrim olmamış gibi eğitim verip durdu yıllardır. Bu yıl “ya bir dakika…” deyip programlarını değiştirmeye teşebbüs ettiler de, ne yapacakları henüz meçhul.
Mesela… Türkiye’de büyük, daha büyük camiler yapılıyor. 16. Yüzyılın teknolojisi ve malzemesiyle yapılmış camilerin daha büyükleri, bugünün teknolojisi ve malzemesiyle kopyalanıyor. Sinan’ın cami yaparken riayet ettiği edep (mesela ancak padişah adına yapılan camilerin dört minareli, sultan ailesinin finanse ettiği camilerin iki minareli, yüksek bürkratların finanse ettiklerinin ise ancak tek minareli olması, fetih yapmamışsa padişah adına bile cami yapılmaması gibi şeylerden söz ediyorum) korunsa, bir manası olacak. Ama edepten haberi olmayan birileri, biçimi tekrarlayarak, güya Sinan’ı yaşatıyorlar. Sinan yaşasaydı hâlbuki, o edebe sadık kalacak ama biçimi teknolojinin ve malzemenin sağladığı yeni imkânlara göre yeniden üretecekti.
Dünya yeni teknoloji ve malzemelerle, yepyeni inşaat denemeleri yapıyor. Türkiye’de TOKİ diye bir kurum, memleketin dört bir yanına, iklim farklarına, kültür farklarına filan bakmadan, standart kutuları dikip duruyor. Memleketin camileri ve mektepleri tip projelerle üretiliyor, yine bölgesel faktörler hesaba katılmadan.
***
Eğitimden sosyolojiye, mimariden beslenme alışkanlıklarına, her şey değişiyor. Memleketin siyasetinde, sözünü ettiğimiz konuların hiçbirine yer yok. Seçimden önce, kampanya döneminde yoktu. Seçimden sonra da yok. Bir muhalefet bloku var mı, varsa Meclis Başkanlığını nasıl AKP’ye kaptırır, seçimin tekrarlanması kimin işine yarar, tekrarlanacak bir seçimden kim kârlı çıkar, koalisyon kurulacaksa öncelikleri ne olacak, kırmızıçizgiler ne olacak filan konuşuyoruz. Kırmızıçizgilerin arasında, Türkiye’nin geleceğine dair hiçbir şey yok.
Vaktin birinde, kendisini memleket için büyük lütuf gören bir parti genel başkanıyla konuşurken bu tür laflar ettiydim. Misal gerekti, her yıl üniversite giriş imtihanına iki milyona yakın öğrencinin giriyor olduğunu söyledim. Önümüzdeki üç yıl boyunca, demek ki altı milyona yakın aile, doğrudan doğruya imtihana endeksli bir hayat sürecek. O ailelerin hayatının en merkezi konusu imtihan olacak. Ve memleketin siyasetinde üniversiteye giriş imtihanı diye bir mevzu yok.
Hoşuna gitti. Başladı konuşmaya. Ve on dakika içinde yepyeni bir imtihan cenderesi imal etti. “Bir dakika, bu tür konuları politikleştirmek başka, onlar için çözüm üretmek başka” dedim. Anlamadı. Çünkü politikayı çözüm üretmek olarak görüyor, kendisinin de henüz aklına geliveren —neredeyse kangren olmuş— bir problemi on dakikada çözüverecek bir dâhi olduğunu zannediyordu.
Türkiye’de siyasetin çarkları hayatın çarklarına hiç değmeden dönüyor. Ve bu hal bize, son derece normal bir şeymiş gibi görünüyor.