Dört Yanımız Zavallılık

“Kıroyum ama para bende” aforizması dolaşıma girdiğinde, fena halde içim ezilmişti.

Herhangi bir işin hakkından gelebilmiş olmayan ama kendilerinde derin kıymetler vehmeden İstanbul soytarıları, Özal politikalarının artçı dalgalarının neticesinde hızla irtifa kaybetmekteydiler. Aktüel, Tempo filan gibi dergiler, anladığım kadarıyla, irtifa kaybının yol açtığı duygusal hasarı telafi etme –böylelikle de ilgili güruha dergi satma– kaygısıyla, “ama siz farklısınız, onlar kıro” yaygarasına başlamışlardı.

Aşikâr ki, İstanbul’un muhtelif gettolarında, zarfı durmadan yenileyerek kendilerine bir farklılık imal etmeye gayret edenlerin hayatlarının herhangi bir derinliği yoktu. Aktüel veya Tempo’nun onlara derinlik sağlayabilecek donanımı da yoktu. Dolayısıyla kendilerini ayırmaya çalıştıkları kırolardan daha iyi durumda değildiler. Ama işte, kırolar onlara imreniyordu. İmreniyorlardı ki, “kıroyum ama para bende” deme ihtiyacı hissetmişlerdi.

Kırolar daha önce de soytarılara imreniyorlardı. Aralarındaki farkın gelir farkı olduğunu, gelir farkından kaynaklandığını zannediyorlardı. Paraları olsa, bir olsa… Onlar da BMW’lerin koltuklarına oturacaklar, İtalyan takımlar giyecekler… Eee? Artık onlara imrenilecekti.

Kırolar gecekondu arazilerine apartman kondurtup parayı vurdular. Ama hesaplar tutmadı. Kendilerine imrenilmedi. Onlarsa imrenmeyi sürdürdüler. Çünkü İstanbul soytarılarının derin ve manalı bir hayatı olduğu zannını yenemediler. Acıklı ve acınası hallerini “kıroyum ama para bende” diyerek telafi etmeye, hiç değilse hasımlarının canını yakarak durumu eşitlemeye çalıştılar. Bir bakıma, acımayı hak etme hususunda eşitlendiler de…

***

1 Kasım neticelerinin Türkiye siyasetinde pek az şeyi değiştireceğini düşünüyordum. Hâlâ öyle düşünüyorum. Dolayısıyla sandık neticelerini pek önemsemiyorum ama 1 Kasım gecesi –artık evinde tutulmayan– yüzde ellinin sergilediği ruh hali bence mühim. Bu mevzua zaten dün değinmiştim. Bugün de bunları yazmayı düşünüyordum. Ama inandırıcılık problemi olacaktı.

…ki, Hilal Kaplan imdada yetişti (http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hilalkaplan/2015/11/04/kiminle-ne-konuda-uzlasacagiz).

AKP dehşet verici bir sosyoloji yarattı. “Kıroyum ama güç bende” diye ortalıkta salınan bir sosyoloji. Bu sosyolojiye rağmen bir şeyler yapmasının imkânı yok. Kaplan da apaçık söylüyor işte, eğer o sosyolojinin taleplerine rağmen iş yapmaya kalkan olursa, o sosyoloji buldozer gibi ezip geçecek. Artık AKP kendi yarattığı sosyolojinin esiri. Ve durmaksızın vites büyütmek zorunda kalacak.

“Kıroyum ama para bende”nin yeni versiyonu, ilki kadar acıklı ve acınası bir hal. Ama ilkinden farkı, onun kadar masum olmaması. Çünkü para sahibi, olsa olsa, sizin satın alamayacaklarınızı satın alarak sizi taciz etmeye çalışabilir. Ama güç sahibi, seçim gecesi gidip Büyükerşen’in evinin önünde, saatlerce, “Yılmaz pabucu yarım, çık dışarı oynayalım” diye bağırabilir. Bağırmak kesmezse… Büyükerşen kesmezse…

Kesmeyecek zaten, hepimiz biliyoruz.

***

Çetin Altan vefat ettiğinde ardından övgüler düzüldü, her mevtanın ardından yapıldığı gibi. Hoş bir âdet… Ama onca yıl yazmış Altan’ın dişe dokunur pek az lafı vardı. Biri mesela –kimden aparttığını bilmiyorum– “öğrenim para kazanmayı bilmeyi, eğitim ise para harcamayı bilmeyi sağlar” mealinde bir aforizmaydı.

Görülüyor ki memlekette, Altan’ın kastettiği manada eğitim diye bir şey yok. Kimse parasını harcamayı, harcadığı parayla hayatının kalitesini yükseltmeyi bilmiyor. Para, sosyal statü yarışının yegâne enstrümanı olmaktan öte gitmiyor. Maçta ön sıradaki kalkınca herkesin ayağa kalkmak zorunda kalması, neticede kimsenin görüş açısının iyileşmemesine rağmen herkesin daha çok yorulması gibi, son derece sınırlı statü adaları için amansız bir para harcama yarışı sürdürülüyor. Hesapsızca para harcanıyor ve hasılat sıfır.

Bu hal AKP’nin yarattığı bir hal değil, eğitim memlekette hanidir kıt. Bu hal sadece okulların başarısız olmasından da kaynaklanmıyor –okullar başarısız ve hep başarısızdı, o ayrı. Eğitim denen şey, okuldan çok şehirde üretilen bir şey. Memleketin şehirleri tarumar. Hep öyleydiler. Ama 1970’lere gelindiğinde, şehirler hasta döşeğinde de olsa, yaşıyorlardı. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren bitkisel hayata girdiler. AKP döneminde de öldüler.

Neticede şehir statülü yerlerde ikamet eden köylü bir toplumuz. İncelmemiş, hayatın hakkını vermeyi bilmeyen, kaba saba bir kalabalık. Ne kazanırsa kazansın, kazandığı şeyden bir tatmin üretmeyi beceremeyen, görüntüyü az çok kurtaran ama yalnız kaldığında “bu mudur” diye sormaktan kendisini alamayan on milyonlarca zavallı. Yalnız kalmaması, bir an bile duraklamaması gereken –duraklarsa, yavaşlarsa, kendisini dinleme riski yükseliyor çünkü– hoyrat çeteler toplamı…

Hilal Kaplan haklı. Başındaki eşarbı değiştirip daha pahalısını –daha pahalı olduğuna göre daha da şık olmalı– satın alabileceği bir gelir elde edebileceği bir köşe sahibi olması hiçbir şeye kâfi değil. Yaşıyor ve biliyor. O köşede dilediğince zırvalayabiliyor olması –zırva olmayan bir laf edebilecek vasıfları hiç yok– kesmiyor. Kendisi gibilerin “aslansın, kaplansın, nasıl geçirdin ama” demesi de kesmiyor. Kendisi gibi olmayanların, Kaplan için imrenilir olanların “aslansın” demesi kesecek gibi geliyordur Kaplan’a. Onu da demeyecekler. O halde yok olmalılar ki… Belki o vakit…

***

İnsanlık tarihi, sosyal statü imkânlarının çeşitlenmesinin tarihi. Bundan sekiz-on bin yıl önce sadece kabile reisleri ve onun eşlerinin imtiyazları vardı herhalde. Sonra din adamları, sonra mesela müzik yapanlar filan, farklı tarzlarda statüler elde ettiler. Günümüzde statünün sayısız kaynağı var. Ama memleketin mesela bilim insanlarının bilimle alakası olmadığından, olsa olsa tercümanlık yaptıklarından, yaptıkları iş kayda değer bir tatmin yaratmıyor. Hemen hepsi Dekanlık, Rektörlük peşindeler. Gazetelerde köşe yazanlar, yazdıklarının kahvehane sohbetlerinden daha derin bir şey olmadığını bildiklerinden, sahip oldukları statüden tatmin olamıyorlar. Kazandıkları parayla veya gücü devşirerek tatmin yaratmaya çalışıyorlar. Eninde sonunda mesele, gücün elde edilmesine geliyor. Çünkü güç dışındaki herhangi bir şeyle tatmin üretebilecek insanlar yetiştiremiyoruz.

Zamanında bir yerde demiştim ki, “ABD Ermenileri, eğer sahip olduklarının tadını çıkarabilen insanlar olsalar, ne demeye Türkiye’ye diz çöktürmek için bunca çaba harcasınlar, kızılacak değil, acınacak haldeler.” Bana çok kızılmıştı. Hâlbuki bu yaklaşımı Kosinski’ye borçluyum. Bebek yaşta anne ve babasının Naziler tarafından sürüklenerek götürülmesine şahit olmuş olan Kosinski, yıllar sonra Naziler hakkında ne düşündüğü sorulduğunda “mutsuz insanlar oldukları düşünüyorum, mutlu olsalar başkalarına bunu neden yapsınlar” demişti.

Bağdat Caddesinde, İzmir Kordon’da, Büyükerşen’in evinin bahçesinde gövde gösterisi yapanlar, destekledikleri partinin aldığı ezici galibiyetle mutlu olsalardı, bütün bunları niye yapsınlar ki? Mutlu değiller ve olamayacaklar. Mutlu değiller, mutlu olmadıklarını hissediyorlar. Mutlu olamayacaklarını bilmiyorlar. Çünkü mutlu olmanın kendilerini rafine etmekten geçtiğini hiç öğrenmemişler, başkalarına hükmetmekten geçiyor olabileceğini –bir ihtimal– hayal ediyorlar.

Zavallılar.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin