İbn-i Haldun’un Kemikleri

Fenerbahçe üç yıldır basamak basamak tırmandığı merdivenin zirvesine ulaştı.

Fenerbahçeli değilseniz, bu mevzulara kayıtsız biri de değilseniz, dün geceki zafer karşısında, “helal olsun, biz daha iyisini yapmalıyız” diyebilirsiniz. Daha iyisi? Mesela parkede birkaç yerli oyuncuyla aynı başarıyı tekrarlamak filan gibi şeyler… Ama esas olarak, Fenerbahçe’nin çıtayı bu kadar yükseğe koymuş olmasına minnetle ve saygıyla bakıp, onu geçmek için gerekenleri düşünmeye başlamaktan söz ediyorum.

Eh, sosyal medyada Fenerbahçeli olmayanların sergiledikleri performans pek böyle değil. Onlar Euroleague’i önemsizleştirmeye çalışarak, Fenerbahçelilere futbolu hatırlatarak filan avunuyorlar.

İbn-i Haldun kendisinin övülmesi kastıyla Auguste Comte’un itibarsızlaştırılması çabasına şahit olsaydı, bu haltı yiyenin suratına tükürürdü herhalde. Hazırun alkışladı. İbn-i Haldun’a, hep birlikte, bu kadar layıklar.

Devam etmeden, meselenin bu yanına noktayı koyalım. Ancak vasıflı insanlar, çıtanın yükselmesi karşısında heyecan duyar, “ben de bunu aşmalıyım” derler. Vasıfsızlar ise, çıtayı yükselteni küçük düşürmeye, böylelikle çıtayı düşürmeye, kendi atlayabileceği seviyeye indirmeye çalışırlar. Erdoğan, başından beri, memleketin görüp gördüğü en vasıfsız mahlûklardan biri olarak, hep ikinci tutumu benimsedi. Yanında yamacında vasıflı birkaç kişi vardıysa, onlar ya ayakaltından çekilmek zorunda kaldılar veya vasıflarından arınmak…

Bir de şu var: Yığınlar vasıfsızdır. Ne dibinden bir potaya topu sokabilecek vasıfları vardır ve ne de İbn-Haldun’un, Auguste Comte’un kim olduğunu bilirler. Dünyanın her yerinde böyle bu. Vasıflı olması gerekenler, mesela bir üniversitede konferans verenler ve onu dinleyenlerdir. Fenerbahçe taraftarlarının veya Fenerbahçeli olmayan taraftarların basket oynayabilecek veya hatta yorumlayabilecek vasıflara sahip olması lazım gelmez. Dolayısıyla yığınları suçlayamayız.

İlaveten şu da var: Emre Belözoğlu mesela, vasıflı biri. Futbol aklı ve becerisi üst düzeyde. Ahlaklı sayılmayabilir —olsa iyi olurdu— veya İbn-i Haldun filan da tanımıyordur muhtemelen. Eh, memlekete İbn-i Haldun bilen birkaç bin kişi kâfi. Futbolu doğru dürüst oynayan birkaç bin kişinin kâfi olması gibi… Böyle bakıp, “Erdoğan da İbn-İ Haldun filan bilmese ne olur, seçim kazanıyor ya” denebilir. Denmemeli. Erdoğan’dan İbn-i Haldun’u, Auguste Comte’u hatmetmiş ve hazmetmiş olmasını bekliyor değilim. Derdim de zaten onları bilmemesi değil. Bilip bilmediği misallerle, ısrarla, “ama Euroleague de bık bık” filan deyip durması, durmadan çıtayı düşürmeye çalışması.

Neticede çıta o kadar düştü ki… Metin diye önüne bunları koyuyorlar. Artık Erdoğan bile çıtanın üzerinden atlayabilir. Erdoğan bile…

***

Şimdi gelelim —bir manası varmış gibi— ciddi mevzulara… Ciddi, yani içinde Erdoğan ve —o İbn-i Haldun’u övmek için Auguste Comte’u aşağılarken— onu alkışlayan zavallıların yer almadığı, alamayacağı mevzulara…

Memlekete İbn-i Haldun bilen, onu okumuş birkaç bin kişi kâfi… Var mıdır o kadar kişi? Bilemedim. Ben onlardan —İbn-i Haldun bilenlerden— değilim. Memlekete Auguste Comte bilen, onu okumuş ve anlamış birkaç yüz kişi kâfi. Var mıdır Comte’u anlamış birkaç yüz kişi? Onu da bilemedim. Ben onlardan da değilim.

Ama bildiklerim var. İbn-i Haldun mesela, kendi düşünce evreninde, yani İslam medeniyetinde çok da müessir olmuş biri değil. Evet, hakkında olağanüstü, benzeri görülmemiş övgüler var ama hepsi Batılı düşünürler tarafından dile getirilmiş. İbn-i Haldun, Batılılar tarafından keşfedildiği 19. Yüzyılda bile İslam coğrafyasında bilinen, itibar edilen, iltifat edilen biri değildi. Buna mukabil Comte, kendi düşünce evreninde, hak ettiğinden çok daha fazlasını almış bir kuyruklu yıldızdı. Geldi geçti. Gelip geçen bütün benzeri kuyruklu yıldızlar gibi, muhtevasıyla değil, gelip geçtiği dönemde herkesin pencerelerini açıp onu seyretmiş olmasıyla mevzu oluyor günümüzde. Nasıl bir dönemde yaşamıştı olduğu hakkında bize bilgi sağlıyor.

Yani?

Yani Batı medeniyeti dediğiniz —ve güya Comte üzerinden eleştirdiğiniz— şey, Comte’un dediklerine sadakat besleyen bir düşünce evreni değil. O duraktan ve daha başka bir yığın duraktan geçmiş, bu arada İbn-i Haldun’dan da kapasitesi oranında hissesini almış, hâlâ almakta olan bir şey. Çıtayı yükseltip duruyor, çünkü oralarda, aklı başına herhangi biri, “İbn-i Haldun kimmiş, biz Comte’u anlamak zorundayız” filan gibi manasızlıklar sıçmıyor bir üniversitenin konferans salonunda, orta yere. Sıçsa, bu manasızlığa şahit olanlar alkışlamaz, en azından suratlarını buruşturur.

İbn-i Haldun gibi adamlar yetiştirmek büyük marifet. İslam medeniyeti, bir dönem, bu büyük marifeti sergiledi. Sonra? Sonra İbn-i Haldun, İbn-i Rüşt, Harizmi, Hayyam gibi adamlar, siyasete kurban edildi. Unutturuldu. Batılılar gelip unutturmadı bu adamları İslam coğrafyasında. Aşırı merkezileşmiş siyasi kudret odakları, işlerine gelmediği için bu adamların üstünü çizdiler.

Apaynı şeyler Batı’da da vuku buldu. İspanyollar Endülüs’ü ele geçirdiklerinde, ele geçirdikleri asıl büyük kıymetin olağanüstü bir bilgi birikimi olduğunu idrak edemediler mesela. Muhtemelen bu yüzden, dünyanın en zengin ve en büyük imparatorluğuna sahip oldukları yüzyılda bile, düşünce tarihinde iz bırakacak bir tek adam yetiştiremediler. Ve yine muhtemelen bu yüzden, inşa ettikleri olağanüstü büyük imparatorluk, sadece bir yüzyıl dayanabildi.

İspanyollardan önce ve sonra da benzer şeyler yaşandı Batı dünyasında. Ama farklı şeyler de yaşandı. Mesela İngilizler, kıta Avrupa’sından kopuk, kıta Avrupa’sından yoksul, her bakımdan Avrupa’nın en geri toplumu, İspanyol donanmasını batırıp İspanyol kolonilerine el koyunca, Newton gibi birine dört elle sarıldı. Ondan bir bilim peygamberi imal etmek için ne lazımsa yaptı. “Leibniz kim” demek yerine, “Leibniz büyük, Newton ondan büyük” demeyi tercih etti —daha doğrusu gücü Leibniz’i hiçleştirmeye yetmiyordu, öyle yapmak zorunda kaldı.

Daha mühimi… İngilizlerin rakibi Fransızlar, Almanlar, İtalyanlardı. Şimdi olduğu gibi… İngilizler İslam dünyasını rakip olarak görüyor değillerdi. Dünyayı Hıristiyanlar ve Müslümanlar diye ikiye bölüp kavramış değillerdi. Diğerleri de… Eğer bütün Hıristiyan dünyasını bir tek demir yumrukla yönetebilen bir merkezi otorite olsaydı, o otorite belki de dünyayı böyle ikilik halinde formüle edebilirdi —kudreti Reformasyonla budanana kadar Vatikan öyle yapmıştı. Eğer öyle yapabilen bir otorite varlığını sürdürebilseydi, bütün Batı bir tek homojen varlık halinde örgütlenebilseydi, Batı medeniyeti diye bir şey muhtemelen hiç olmayacaktı. Var, çünkü seni, beni iplemeyen, kendi aralarında “ben daha yükseğe sıçrarım” diye yarışan bir yığın unsur var ortada. Comte onlardan biriydi, koyduğu çıta çoktan alçak kaldı. İbn-i Haldun’un koyduğu çıta bugün hâlâ aşılamadı, çünkü o çıta daha o yaşarken, siyasi otoriteler tarafından, el çabukluğuyla ortadan kaldırıldı. Vasıfsızlar çeteleşerek, siyasi erki ele geçirerek… Anladınız işte…

***

Aşağılık kompleksi kötü bir şey. Belki de insanı ve toplumları felç etmeye tek başına kâfi olabilecek kadar kötü bir şey. Ama hiçbir aşağılık kompleksine kapılmadan Comte’u öğrenmeye ve anlamaya çalışmak mümkün. Asıl aşağılık kompleksi, İbn-i Haldun gibi birini övmeye çalışırken, illa ki karşıda birini bulup onu aşağılama çabalarında görünüyor. Eğer her lafınız “ama onlar da bık, bık” filandan ibaretse, aşağılık kompleksine boğazınıza kadar batmışsınız demektir.

Eh, kemiksiz aşağılık kompleksinden mamul, üstelik böyle bir kompleksle malul olmayı da hak edecek kadar ancak vasıfları olan birileri… Ne diyeyim. İbn-i Haldun’un kemikleri sızlamıştır.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin