İdeolojiymiş de…
İnsan değişir.
Bilmediğiniz bir şeyi “öğrenir” değişirsiniz. O şeyi bilmeden önce muhtemelen bilmediğinizi bilmiyorsunuzdur, zihninizdeki “harita” size “tamam” gibi görünüyordur. Haritanızda var olmayan bir şehri “keşfettiğinizde”, “a, bak bilmediğim yerler varmış, belki başkaları da vardır” demezsiniz genellikle, “ulan eksikmiş, tamamladık” dersiniz. Yani —farkında olmasanız da— “mükemmel” olmamışsınızdır ama “değişmişsinizdir”. Değişirsiniz.
Öğrenme dediğiniz şey, kesintisiz bir süreç. Durmadan öğrenirsiniz. Size bir öğreten olmadan, öğrenmeniz için birileri bir takım müfredatlar hazırlamadan öğrenirsiniz. Ama değişmenize yol açan şey sadece o da değil. Puslu bir sabah kalktığınızda başka, bir önceki gün güneşli bir sabaha uyandığınızdan farklı kıyafetlere gider eliniz. Bilmeden. Farkında olmadan. İki ayrı sabah birbirinden farklı tercihler yapmanıza yol açan fark, hormon kompozisyonunuzdan kaynaklanıyor. Fark, “İçinizde” yani.
Ama… O farka yol açan uyaranlar “dışarıda”…
İnsan değişir. Yani… İnsanın karar verme süreçlerinde rol alan nöron bağlantıları ve beynin kimyası değişir. Ve insanın ne yiyeceğine, ne giyeceğine, filanca ortamda derdini anlatmak için hangi kelimeyi seçeceğine karar vermek için kullandığı mekanizma ile —eğer olursa— 24 Haziran seçimlerinde hangi partiye oy vereceğine karar vermek için müracaat edeceği mekanizma aynı. Yani insanın, seçimden önce camı kırıp çıkaracağı bir “politik tercih belirleme çekici” yok.
“Ah, olur mu, ülkemizin geleceği” filan gibi geyiklerle sizin parti tercihi yapma işini yeterince ciddiye almadığınızı ima eden zevzekler için de aynı durum geçerli. Onlar tercihlerini sizin tercih yaptığınız aygıtlarla yaptılar ve fakat sizin tercihinizi beğenmedikleri için sizi daha da “düşünmeye” teşvik etmeye çalışıyorlar. Eğer tercihiniz onlarınki ile aynı olsaydı, onu nasıl imal ettiğinizi yadırgamayacaklardı.
Buraya kadarki gevezeliği, kimsenin geçmiş oy tercihlerinin önümüzdeki seçimdeki tercihlerini tahmin etmekte güvenilir bir kılavuz olmadığını iddia edebilmeye altık olarak yaptım. İnsanın biyolojisi müsait değil böyle bir şeye ve… Zaten geçmiş sandık neticelerini gözden geçiren herkes, benim bu kadar gevezeliğime ihtiyaç duymadan da bunu görebilir.
***
Gelelim siyasi tercihlerde “ideoloji” meselesine…
Yok, ona gelmeden, şu “mevsim” meselesine gelelim. Mevsim mühim. Mevsim, sizin elinizde olmayan sebeplerle değişen, döngüsel bir şey. Mesela uzun süren bir yazın ardından, serin akşamları ve yağmuru özlersiniz. Uzun süren bir kışın ardından da, ağaç gölgesinde, üşüme sıkıntısı olmadan sere serpe yayılmayı…
Mevsim dediğim faktör sadece yaz-kış döngüsüyle sınırlı değil. Fazlasıyla sakin geçen dönemler uzamışsa, biraz hareket, gürültü olsa diye geçer içinizden. Fazlasıyla gürültülü, heyecanlı dönemler uzamışsa da “biraz kafa dinlesek” dersiniz.
Politik tercihlerde de mevsimsel döngüler fena halde müessir olur. Mesela, politikanın “normal” şartlarda üretildiği ülkelerde ve dönemlerde ekonomik büyümeyi önceleyen politikaları olan partiler bir süre desteklendikten sonra, bu süreçte artan eşitsizlikleri törpüleme ihtiyacı, bölüşümü önceleyen partileri “iter”. Sonra yine büyüme ve sonra yine bölüşüm… Filan.
Herhalde söylemek gerekiyor —ve söylenmesinin gerekmesi de fena halde üzücü— ki, diyelim büyüme fetişisti bir siyasi iktidarı bölüşmeye odaklanmış biri ile değiştirme “talebi”, kendi başına iş yapmaz. O talebi karşılayacak ve karşılayacağına ahaliyi ikna etme kabiliyeti olan bir “alternatif” gerekir. Öyle bir alternatif olmadığı için büyümeci parti yeniden seçilmişse, bu tercih, ahalinin ısrarla ve sadece büyümeyi talep ettiği manasına gelmez. Türkiye’nin son kırk yılında, herhangi bir şeyi bilmeyen, politikayı o kadar bile bilmeyen vitrin mankenleri, “a bak, filanca şu sayede iktidara geldi, biz de aynı malın çakmasını yapıp alternatif olalım” mantığı ile politika yapan zavallılar “hissetmiyorlar” diye, toplumda o ihtiyaçlar yok değil.
“İhtiyaç” dediğiniz tantana ancak onu karşılayacak “ürün” piyasada varsa talep halini alır. Ve eğer ürünün “fiyatı” müşterinin alım gücünün sınırları içine düşüyor ve ürün müşteriye “ulaştırılabiliyorsa” satın alma “davranışı” haline gelir. Dolayısıyla… Müşterinin “satın alma davranışına” bakarak ihtiyaçları hakkında tahminde bulunamazsınız.
***
Şimdi ihtiyaç-talep-davranış trampleninden faydalanarak ideoloji meselesine zıplayayım ama şunu da hatırlatayım: Mevsimsel olarak dalgalanan şey sadece büyüme-bölüşme ihtiyacı değil. Mesela —yukarıda da işaret ettiğim gibi— heyecan ve sükûnet ihtiyacı da, samimiyet-resmiyet ihtiyacı da, aklınıza gelebilecek her ikiliğin ihtiyacı da mevsimsel olarak değişir. Daha doğrusu, piyasada uzun süredir bol bulunan ne varsa, emin olabilirsiniz ki, onun tam tersine ihtiyaç artmıştır. Ama mesela sükûnet ihtiyacı artmışsa sizin “ben sükûnet vadediyorum” demenizin kâfi olacağını da iddia etmiyorum. Onu (a) bir “ürün” haline getirmiş olmanız, yani seçmenin “hissetmesini” sağlamanız ve (b) sizin sükûneti “sahiden” sağlayacağınıza seçmeni ikna etmeniz gerekir.
İdeoloji dediğiniz şeye —nihayet— gelince… İdeoloji, mesela bir şehirdeki adresler gibi bir şey değil. Falanca caddedeki 20 numaralı bina, 22 numaralı binadan “farklı” bir bina. Ya birindesiniz veya ötekinde… Biraz 20 numaradan biraz da ötekinden bir adres yapamazsınız. Ama ideolojilerde yaparsınız. İdeolojiler, sürekliliği olan çok boyutlu bir koordinat eksinindeki “bölgeler” gibi. Siz mesela şu kadar bölüşümcü, şu kadar laik, şu kadar liberal, şu kadar… Ne bileyim mesela “çevreci” olabilirsiniz. Herhangi bir “gerçek” tercih problemi ile karşılaştığınızda, çevreye zararlı olduğu halde mesela evsizlerin dertlerine çare olacağı için bir çözümü destekleyebilirsiniz, filan. (Tekrarlayayım, “şimdi, bugün” bu pazarlıktan şu tercihi çıkarmış olmanız, yarın da benzeri bir tercihi çıkaracağınız manasına gelmez. Aslında tersi bir tercih daha olasıdır, çünkü bugün evsizlere karşı borcunuzu ödemiş hissetmeniz, yarın çevreye daha hassas olma lüksünü bahşeder size.)
Ülkenin çok boyutlu ve dinamik “ideoloji” haritasını çıkarabilmek için 90’ların ikinci yarısında muazzam bir çaba harcadım. Muhtemelen o dönemde kimsenin sahip olmadığı “data” vardı elimde. Ama daha sonra ortaya çıkacak olan ve o dönemde olsalar işimi çok kolaylaştıracaktı olan bir yığın istatistiksel araç yoktu. Kıt imkânlarımla onları “geliştirmek” için çok çaba harcadım.
Sizi temin ederim ki, ülkenin ideoloji haritası zannettiğinizden ve size zannettirildiğinden çok daha fazla boyutlu ve çok daha dinamik. Sadece iki misal vereceğim —muhtemelen daha önce vermiş olduğum misallerin ikisini tekrarlayacağım.
Birincisi, 1994 mahalli seçimleri… RP 94’te 15 Büyükşehir’in 6’sını kazandı. ANAP ve DYP üçer, SHP iki ve CHP bir başkanlık kazandılar. Büyükşehirlerin muzaffer partisi RP, büyükşehir olmayan il merkezlerinde ikinci, ilçelerde üçüncü, beldelerde sonuncu oldu. RP, bugün olduğu gibi o gün de, “İslam ideolojisi”nin partisi olarak görülüyordu. Bu hesapça, Kars’ta yaşayan, 60 yaşında, beş vakit namazını kılan bir adam ve karısı, Ümraniye’ye göçmüş, namaz kılmayan, hatta gizlice bile olsa orucunu yiyen 30 yaşındaki oğlu ve gelini kadar “Müslüman” olmamalıydı. Eh, memleketin sosyolojisini “azıcık” bilen herkes, realitenin böyle olmadığını da biliyor olmalıydı ama RP hakkındaki manasız varsayımlar ile sosyolojik realite, sorgulanmadan bir arada yaşayıp gittiler —ve hâlâ aradaki çelişkiyi sorgulayan yok.
İkinci misal, Ege Bölgesi seçmeninin serencamı… 90’lı yılların ortalarına kadar Ege Bölgesinde RP ile birlikte MHP’nin de ciddi bir ağırlığı yoktu. 2011’de ve sonrasında ise MHP’nin aldığı toplam oyların “yarısı”, Balıkesir-Uşak-Fethiye üçgeninin “içinden” geldi —muhtemelen ilk seçimde MHP en çok bu bölgede kayba uğrayacak. Bu değişim kademeli olarak gerçekleşti. MHP önce bazı ilçe belediyelerini alarak varlığını bölgede hissettirdi. Ama pastanın büyük dilimi, DSP’nin “çöküşü” ile geldi. Daha önce CHP seçmeni olan geniş kitlelerin önemli bir bölümü DSP’ye yöneldiler. DSP çökünce, o oyların bir bölümü CHP’ye döndü ama önemli bir bölümü de MHP’ye “miras” kaldı. Daha önce MHP’ye hiç oy vermemiş, vermeyi aklına bile getirmemiş kesimlerden oluşan bir miras…
RP ve MHP’ye (ve elbette diğer partilere) “dışarıdan” bakan ve fütursuzca ahkâm kesen “analistler”in RP ve MHP “ideolojileri” hakkında varsaydıkları şeyler ile o partilere oy verenlerin “ideolojileri” arasında, tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük uçurumlar var. Daha mühimi, mesela MHP’ye oy veren seçmenlerin ideolojik koordinat ekseninde işgal ettiği bölgenin bir ucu ile öteki ucu arasında, muhtemelen Hollanda’nın “bütün renkleri”nden daha geniş bir spektrum var.
Çekirdek seçmenmiş de, ideolojiymiş de…
***
Uzadı farkındayım ama 24 Haziran hakkında söyleyeceklerimin altyapısını bugün tamamlayayım istiyorum.
İdeolojiler onları adlandıran, analizlerinde kullanan insanlar için, koordinat eksenindeki bölgelerdir. Yani mesela iki boyutlu bir koordinat ekseninde, filanca ve falanca enlemler ile filanca ve falanca boylamlar arasında kalan bölgeye şu, bir başkasına bu ismi verir, dünyayı anlamaya çalışırsınız. (Tekrarlayayım, oradan oraya müthiş bir göç potansiyeli olan bir dünyaya bakıyor olduğunuzu aklınızdan çıkarmamanız gerekir ama genellikle bu akla bile getirilmez.)
İdeolojiler hakkında “konuşmak” başka, o ideoloji ile karar vermek başka. Yani “dışarıdan” görünen ile “içeride” yaşanan arasında müthiş bir fark var. İçeride yaşanan, öyle cafcaflı laflarla tarif edilen, “sonradan” anlam yükleyen teorisyenlerin ve/veya analistlerin yükledikleri anlamları bilerek yapılan tercihlerden zuhur etmez. Nasıl zuhur eder? Sevdiklerinizin “yanında”, sevmediklerinizin “karşısında” bir yer kapmaya çalışırsınız. Sizi sevenlerin yanında, sizi sevmeyenlerin karşısında… Yani? Pozisyonlar “ilkelere” ve/veya “teorilere” göre değil, “ötekilere” göre alınır.
Türkiye’deki temel bölünme kaynağı, esas fay hattı da, ta Tanzimat’a kadar izi sürülebilecek bir şey. İttihat Terakki zamanında derinleşmiş, Cumhuriyetle birlikte de neredeyse biricik tayin edici fay hattı olmuş. Sözünü ettiğim fay hattının Türkiye gibi “modernleştirilmiş” toplumlara has bir şey olduğunu düşünüyordum. Trump’ın seçildiği son ABD seçimleri bana gösterdi ki, bahse konu olan fay çok daha evrensel bir şeymiş.
Türkiye’de olduğu gibi ABD’de (veya başka ülkelerde) de, seçim neticeleri ile eğitim seviyeleri arasında korelasyon kuran haritalar boyanıp, düşük eğitimliler aşağılanıyor. Mesele şu ki, Kansaslı muhasebeci ile New Yorklu borsacı, aslında tastamam aynı yaklaşımla pozisyon alıyorlar. Borsacı kendisini muhasebeciden “üstün” gördüğünden, ondan “ayrışmak için” Demokratlara oy veriyor. Muhasebeci de kendisini üstün gören borsacının canını yakmak için Cumhuriyetçilere oy veriyor. Yani bir “ideolojiye” göre, kutup yıldızına bakarak yapılmıyor tercihler, karşılıklı birbirine bakarak yapılıyor. Oyun yeryüzünde oynanıyor yani…
İdeolojiymiş de, çekirdek seçmenmiş de…