İdlib Görev Emri
Muhtemelen sizin de yakın veya uzak akrabalarınızın arasında benzerleri vardır, kendilerini herkesten daha zeki zanneder bazıları. Onlara göre, siz de dâhil olmak üzere herkes manasız bir yorgunluğu göze almış, kıt akıllı insanlarsınızdır. Hâlbuki devir, “hap yap, para kap” devridir. Dünya ne sınırsız fırsatlar sunmaktadır ama siz… Neyse iflah olmazsınız. Yorulup duracaksınızdır ve ne uzayacak ne de kısalacaksınızdır. Ama tasalanmaya da lüzum yoktur yani, çünkü öyle bir procesi vardır ki malum zatın, üç vakte kalmazdan paraya para demeyecektir. O vakit sizi de görecektir yani. Bodrum’da bir yazlık mı istersiniz yoksa şu tekneyi mi, şimdiden tercihinizi yapıp beyan etseniz… Zadece zeki değil, öyle de iyi kalplidirler yani.
Sonra işler sarpa sarar ve malum zat —alacaklıları kendisini bulmasın diye— evine gidemez hale düşer. Mesela bir hafta sizde misafir olmak zorunda kalır. O arada anlatır da anlatır, aslında yeni bir procesi vardır, bu defa başkadır. Eğer küçücük bir destek bulsa… Ohoo, tez vakitte bütün dünya ondan saygıyla bahsedecek, herkes kapısının önünde, ona bir defa dokunabilmek için sıraya girecektir, filan. Elbette inandığınızdan değil ama çaresiz birinin karşısında kayıtsız kalamadığınız için elinizden geleni yaparsınız.
Bu döngü, etraftakilerin takati elverdiği ölçüde kendisini tekrarlar. Ama kendisini tekrarlayan bu süreç, genellikle, ikinci fazdır. Yani bu fazın, bütün hikâyelerde birbirini az çok andıran bir birinci fazı vardır. Komşu, çocuğunu filanca okula vermiştir mesela ve hikâyemizin kahramanı eve geldiğinde, karısından bu haberi alır. Bilir ki eğer “biz de öyle yapalım” demezse, eşi gece yatakta “başım ağrıyor” deyip sırtını dönecektir. “Biz de öyle yapalım” dediğinde ise, aksine, o gece unutulmaz bir gece olacaktır ya, okulun taksitlerinin nasıl ödeneceğini o anda düşünmeye de lüzum yoktur. Ertesi hafta eltinin mobilyaları değiştirdiği, sonraki ay kayınbiraderin yeni otomobil aldığı filan derken…
Genellikle böyle başlar işler ve kestirmeden çok para kazanmaktan başka yol zaten kalmaz. Başka yol kalmadığında da, insanoğlu kendisini, kestirmeden çok büyük paraların kazanılabileceğine inandırmanın yolunu buluyor besbelli.
Eğer ikinci fazdaki döngü sürdürülemez hal alırsa, hikâyemizin kahramanı “ya özür dilerim, manasız hayaller kurdum, size de çok zarar verdim” filan demez genellikle. Üçüncü fazda, “ah abi,” diye başlar, “bu defa vurmuştum namussuzum, parayı gözünden vurmuştum ama Koç procemi haber almış, hatta Sabancı da öğrenmiş, dünya yıkılsa bir araya gelmez namussuzlar ama proce o kadar kıymetli yani, anla ne kadar kıymetli, bir araya geldiler. Yoksa, bir araya gelmeseler, ayrı ayrı olsalar tedbirimi almıştım, haklarından gelirdim ama bir araya geldiler procemi çaldılar” filan diye devam eder.
***
Erdoğan ve çetesi hakkında, daha 2003 sonu gelmeden, kendimce notu vermiştim. Aha tam da bu, her birimizin bir benzerini az veya çok tanıdığı tipler gibiydiler ve hem kendi akıbetleri ve dolayısıyla hem de bizim akıbetimiz hakkında endişelenmek için kâfi sebep vardı.
Devam etmeden önce belirtmem gereken şeyler var.
Birincisi, Murphy kanunlarından en sevdiklerimden birine göre, “kestirme iki nokta arasındaki en uzun yoldur.” Kestirme denen kavramı, hangi bağlamda kullanılırsa kullanılsın, manasız bulurum. Çünkü bir defa hayat, varılacak hedefler değil. Yolda olma hali… Kıymetli olan hedefe varmak değil, yolda olmak. Kestirme, yolda olmanın kıymetini azaltan, dolayısıyla da hayatta olmanın kıymetini azaltan bir şey.
Öte yandan, hayatta kestirmeler olduğunu, mesela makbul, saygıdeğer biri olmak için ille de yıllarca okuyup profesör olmanın elzem olmadığını, mesela çok kişiden daha iyi şarkı söyleyerek de milyonlarca insanı kendine âşık etmenin mümkün olduğunu biliyorum. Ama “burası kestirme” diye artist olma yoluna sapanların kahir ekseriyetinin hayatının başkalarının yataklarında geçtiğini de biliyorum. Genellikle, şarkı söyleyerek bir yerlere varma hayali kurmadan şarkı söyleyenler oralara varabiliyorlar. Ve onlar için şarkı söyleyebiliyor olmak, şarkı söyleyerek varılan yerden, sahip olunan şandan, şöhretten daha önemli. Yani şarkı söylemeyi kestirme olarak görüyor değiller onlar.
Anlaştık umarım.
Kestirmeden paraya ulaşmak da mümkün yani. Ama o kestirmeye paraya ulaşmak için tevessül ve tenezzül etmemiş olmak gerekiyor.
Erdoğan ve çetesi yola, yolda olmanın heyecanı ve mutluluğuyla çıktı. Ama kazandığı, kazanabileceği ile orantısız hayaller sattı. “Komşuda var” diyene “bizde neden olmasın” diye cevap verdi. Nikâhına aldığı millete, “senin eski kocalarının hepsi iktidarsızdı, bak beni seni nasıl yaşatacağım” filan diye kostaklanmaya başlaması hiç de uzun süre almadı. Geceler zevkli ve heyecanlı geçiyordu yani. Ama gündüzlerde gerektiği kadar kazanılamıyordu.
Erdoğan ve çetesinin yapıp ettiği her bir şeye bakın, mesela malum çetenin Gülen Cemaati ile ilişkisine… Tastamam yukarıda özetlediğim üç safhayı göreceksiniz. Daha doğrusu son iki safhayı, çünkü Cemaat mevzuunda ilk safha zaten daha önce yaşanmıştı.
***
Diğer her husus da böyle ama ben bugün meseleyi Suriye macerasıyla sınırlandırmak istiyorum. Suriye’de ortalığın fena halde karıştığı günleri hatırlayabilirseniz, fondaki gürültüleri de hatırlayabilirsiniz belki. Bir yandan İsrail ve öte yandan İran, mütemadiyen parazit yapıyorlardı.
Hemen hemen aynı günlerdi, Erdoğan ve tayfası, içeride hiç lüzum olmayan —bugünkü müftü nikâhı benzeri— işlerle kendi başlarını fena halde belaya sokmuşlar, herhangi bir meseleyi çözebilecek kapasiteye sahip olmadıklarını görmüşler, evde problem çıkmasını erteleyebilmek ümidiyle gösterişli bir proce aramaya çıkmışlardı. Siz “ama çocuğun okul taksiti” dediğinizde, “karı ne diyon sen, üç hafta dayan paraya para demeyeceksin, hani geçen gün AVM’den çıkarken önümüzden cayır cayır geçen o otomobil var ya, ondan alacağım sana” diye cevap veren adam misali, “geçin o şikâyet ettiğiniz problemleri, dünya liderimiz dünyayı tanzim edecek” masalıyla cevap verebilecekleri bir proce. “Aha, gökte ararken yerde bulduk” diye Suriye’ye balıklama atladılar.
Suriye, bilen bilir, dünyanın en çetrefilli denklemlerinden biriydi. Daha Arap Baharı başlamadan önce de öyleydi. Suriye, yapay sınırların içinde neredeyse yüz yıla yaklaşan bir süre boyunca zorla var edilen yapay bir devlet olarak zaten zonklayan bir yerdi. Sadece etnik ve mezhepsel, hatta dinsel kompozisyonunun karmaşıklığı bile Suriye’yi çözümü güç bir denklem yapmaya kafi iken, üstelik, Fransa’nın arkaplandaki mevcudiyeti sayesinde zuhur etmiş tuhaf bir iktidar denklemi de vardı, toplumda azınlık olan Şiiler uzun süredir iktidarda idiler.
Ama Suriye’yi içinden çıkılmaz kılan, sadece iç dinamikleri de değildi. Bölgede Fransa’nın nüfuz alanı sayılabilecek, Lübnan ile birlikte sadece Suriye vardı ve aynı Suriye’de bir biçimde Rusya’nın ve İran’ın da hisseleri vardı —yine bölgedeki biricik olmak üzere. Üzerine tarihi etkileşimin yanı sıra muazzam uzun ve geçirgen sınırıyla Türkiye’nin coğrafi tesirlerini de ekleyin… Lübnan üzerinden İsrail’e ulaşabilen Arap ülkesi olmasının yol açtıklarını…
Sayısız fay kırığının birleştiği Suriye’de, Arap Baharının yayılmasının yol açtığı sismik dalgalar, komşu Irak’ta yıllardır yaşananların yol açtıkları ile etkileşime geçince, zaten karmakarışık olan Suriye denklemi, üstelik konjonktürel olarak daha da karıştı. Bütün bunların üzerine, Batı karşısındaki yenikliğe daha fazla tahammül edemeyen İslam coğrafyasında giderek yaygınlaşan hoşnutsuzluğun beslediği terör eğilimlerinin hızla yükselmesi bindi.
Aklı olan kimsenin balıklama dalmayacağı bir yerdi Suriye. Hele Türkiye’nin daldığı gibi, girift ilişkiler ağının unsurlarının hepsini hiçe sayıp, basit bir mezhep hesabıyla denklemi çözebileceği zannetmek için, insanın aklını bütünüyle yemiş olması gerekiyordu. Ama Erdoğan ve çetesine acilen bir zafer lazımdı. Bu gece lazımdı.
Erdoğan ve çetesi, er veya geç, mahkeme önünde olmasa da tarih önünde hesap verecekler ve önlerine gelecek birinci hesap, içeride işleri içinden çıkılmaz hale getirdiklerinde, memleketin dış politikasını iç politikaya malzeme etmeleridir, bana kalırsa. Evde karısı akşam “başım ağrıyor” diye sırtını dönmesin diye, memleketi altından kalkılamayacak borçlara sokmak gibi yani…
Ahmak olduklarından, ellerinde sadece bir mezhep silahı, Suriye denklemine fütursuzca girdiler. Ahmaklıkta rakip tanımaz olduklarından, Suriye denklemine taraf olan onca aktörün kendilerini öylece seyredeceğini, içeride köpeklerini havlatarak rakiplerini susturdukları gibi dışarıda da havlaya havlaya diğer herkesi korkutup kaçırabileceklerini varsaydılar.
Suriye kendi başına karmakarışık bir denklemdi ve fakat işleri biraz basitleştirebilecek iki husus vardı.
Birincisi, ABD uzun süredir Irak’taki mevcudiyeti üzerinden bölgeye Rusya ve İran’ın girişine mani oluyordu. İsrail’i de —muhtemelen İran’ı uzak tutmanın mukabili olsun diye— bir biçimde dışarıda tutuyordu.
İkincisi, bölgede Kürtler, tarihlerinde belki de ilk defa, kayda değer bir aktör statüsüne yükselmişlerdi.
Dolayısıyla, Kürtlerle ittifak yaparak ve ABD’nin bölgedeki yükümlülüklerini Türkiye’nin yükümlülükleri artırmadan azaltmanın bir yolunu bularak, Suriye’de oyunun esas oğlanlarından biri olmak mümkündü. Ama yukarıda özetlediğim “hap yap, para kap”çıların kafası öyle işlere ermez. Onlar kasabalılar ve her şeyden azına razı gelmezler. Zaten gelemezler çünkü borçlar çok birikmiştir.
Çok da uzun sayılmayacak bir süreç hepimizin gözleri önünde yaşandı ve özetlemeye teşebbüs etmeyeceğim. Sadece hatırlatayım, süreç başlarken İran ve İsrail mütemadiyen parazit yapıyordu. Kim parazit yapar? Kim işlerin kendi aleyhine geliştiğini görüyorsa o yapar. Şimdi kim parazit yapıp duruyor? Biz. Neden? Çünkü işler bizim aleyhimize gelişti/gelişiyor.
Başlangıçta bölgede ne İran’ın ve ne de İsrail’in tesiri yoktu. Rusya, hamisi olduğu Esad’ın sarayının dışında herhangi bir varlığı olmayan bir gölge oyuncu idi.
Köprülerin altından sular aktı ve neticede biz, Rusya’nın lütfen verdiği izinle Halep’i Esad’a teslim etme oyununda rol üstlendik. Bu gece zafere ihtiyacı olan ahmaklar ve köpekleri, bundan bir kahramanlık çıkardılar. “Bu ne iş” dediğimizde, Erdoğan’ın köpekleri üzerimize “Halep için ağlamıyorsunuz, hainler” filan diye alçakça havlamaktan bile imtina etmediler. Aynı süreçte hem İsrail ve hem İran bölgeye gelip yerleştiler. Kürtler zaten istediklerinden fazlasını aldılar.
Dışarıda sadece biz kaldık.
Son perdede —yani şimdiki perdeden söz ediyorum, oyunun son perdesini tasavvur etmeyi bile içim almıyor— Rusların lütfettiği izinle İdlib’e “yerleştik”. Ne yaptık, ne yapıyoruz, bize lütfen bile bilgi ver(e)miyorlar.
Çünkü…
Hani Séguéla Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin O Beni Bir Genelevde Piyanist Sanıyor koymuştu ya kitabının başlığını, Erdoğan ve çetesi de “halkımıza çocuklarını Rusya’nın izniyle Esad’ın menfaatlerini korumak için seferber ettiğimizi söylemeyin, onlar Kürt koridorunu önlemek için orada olduklarını sanıyor” diyerek bakıyorlar çaresizce Rusya’nın gözüne. Sonra da içeri dönüp, “Rusya’ya Kürt koridorunu önlemek için İdlib’e gittiğimizi söylemeyin, onlar İdlib’i Esad’a vermemiz için bize izin verdiler” diye bakıyorlar.
Bu kadar ahlaksız ve çaresizler. Ama insanın tahammül sınırını aşan husus başka. “N’apıyorsunuz kardeşim siz” diyene karşı da zerre merhametleri yok. Alçakça, adice saldırıyor, ihanetle suçluyor, içeri atıyor, izini kaybettiriyorlar.
Evet…
Suriye gibi çetrefilli bir alana kestirmeden zengin olma hayalleriyle rehbersiz giren budala hainler sürüsü, bizim çocuklarımızı başkalarının menfaatlerine kurban verirlerken, üçüncü faza da geçtiler. Çok oldu geçeli, biliyorsunuz. Almanya bizi kıskanıyor, ABD’ninki ne biçim müttefiklik, (ABD’yi de küstürmesek iyi olur) ABD elçisinin yaptığı da iş mi, filan.
Yani?
Bizim procemizde bir kusur yoktu. Malı götürecektik. Nasıl zengin olacaktık, hayal bile edemezsiniz. Ama fark ettiler namussuzlar. Hepsi bize karşı birleşti. Procemizi çaldılar.
İnsanın içi acıyor, ahmaklığın ve çaresizliğin bu kadarına şahit olunca.
Sonra herif her gün sahneye çıkıyor, bir afra, bir tafra. Öfkeden deli oluyorsun —bir de acımışsın ya zavallıya, kendine de kızıyorsun yani.
Aziz muhalefetimiz de müftülere nikâh kıydırmamak konusunda olanca cephanesini harcıyor bu arada.