İki Kadın ve Anti-Entelektüalizm

Netflix’te Abstract adlı bir dizi var, tasarım hakkında. İlk sezonunu izlemiştim, ikincisinin yayınlandığının farkında değildim. Yeni fark ettim.
İkinci sezonun ikinci bölümünde, Neri Oxman adlı bir kadın var. Bölümün henüz başında uzmanlığını açıklamak için “birçok şeyim” demek zorunda kalıyor. Açıklamak gerçekten zor çünkü kendisiyle ilgili Wikipedia sayfasındaki ifade şöyle: Tasarım, biyoloji, bilgiişlem ve malzeme mühendisliğini birleştiren sanat ve mimari konusundaki çalışmalarıyla bilinen tasarımcı ve profesör. Üf! Genç olsaydım, tam da böyle tarif edilecek biri olmayı isterdim.
Üçüncü bölümde de bir kadın var, Ruth Carter. Onun Wikipedia sayfasındaki tanım son derece sade: Kostüm tasarımcısı. Kostüm tasarımı bana tırışkadan bir iş gibi görünüyordu. “Film yapacağız, birinin de oyuncuların kıyafetleriyle ilgilenmesi gerekiyor” gibi… Dolayısıyla günümüzden geleceğe açılan gösterişli kapıya şahit kılındığımız bölümden sonraki bölümde kostüm tasarımı gibi süfli bir mevzuyla karşılaşmak… En hafif tabiriyle hayal kırıcıydı.
Neri Oxman Ukrayna kökenli İsrailli bir Yahudi. Bazı kamera açılarından —vücudu değilse de yüzü— son derece güzel bir kadın. Genellikle kullandığı koyu kırmızı ruju, “dağınık” saçları, “small” derken dilinin ucunun “o” şeklini almış dudaklarının arasından görünmesine özen göstermesi filan da delil ki, kendisinden sadece tasarımın geleceğinin gurusu olarak değil, “çok güzel bir dişi” olarak da söz edilmesini istiyor.
Ruth Carter için ise kullanabileceğimiz en pozitif sıfat, olsa olsa “sevimli” olur. Onun kökenleri Ukrayna’ya değil, Afrika’ya yaslanıyor. Biraz fazla kilolu. Bir ara “Müslüman olsam” demiş, anlaşıldığı kadarıyla birkaç aylığına olmuş. Sokak çetesine mensup biriyle evlenmiş. Eşi bir başka çete mensubu tarafından öldürülmüş. Brad Pitt filan gibi isimlerle dedikodusu çıkan, ikinci evliliğini bir milyarderle yapan Oxman’ın hayatını hiç andırmıyor Carter’in özel hayatı.
Oxman’ın İsrailli olduğu, İsrail’de yetiştiği, yetiştiği yerin onun gibi bir “dâhinin” çıkmasında ne kadar ehemmiyet taşıdığı da gözümüze sokuluyor. Hayır, zannettiğinizin aksine, İsrail’le ilgili bir sıkıntım yok. Sadece Carter’in da ikide bir Afrika’ya, bilmem kaç nesil önceki atalarının yurduna gönderme yapması ile mukayese edeceğim için vurgulama ihtiyacı duyuyorum. İkisi de köklerinden gurur duyuyor, anlaşılıyor. Ama Carter, Birleşik Devletler’de siyahların yaşadıklarını gözümüze sokmuyor. Birleşik Devletler ona tatmin edici bir kariyer fırsatı sunmuş. “Vay bize bunu yapmıştınız” diye heyheylenmiyor ama köklerini de unutmuyor. Köklerinden kaynaklanan zenginliği işi vasıtasıyla dolaşıma sokmaya çalışıyor. Acınma yok, üstencilik yok, şımarıklık yok. Mazlum rolü hiç yok. Atalarının yaşadıklarına içerlemişse de, bize hissettirmiyor. Bizi borçlu kılmıyor.
İki kadının ilgilendiği konuları ve mensup oldukları sınıfları yan yana koyduğumuzda… Fark bariz değil mi! Birisi son derece soylu mevzularla ilgilenen, dünyanın plastikten kurtulması gibi zaten kendi başına muazzam bir hedefe başka kimsenin akıl edemediği —sanat, bilim, mühendislik, tasarım gibi konuları birleştirerek— müthiş bir stratejiyle yaklaşan, hem Ukraynalı, hem İsrailli, hem Amerikalı güzel mi güzel bir kadın —üstelik MIT profesörü, yani zeki mi zeki. Öteki sevimli, süfli bir işle iştigal eden sıradan bir Afrikalı-Amerikalı.
Bence imkânı olan herkes bu iki bölümü arka arkaya izlemeli. Çünkü iki kadın arasındaki diğer farklar hakkında aşağıda anlatacaklarım, iki kadını izlerken “görülebilir” olanın sadece silik bir silueti. İfade kabiliyetim daha yüksek olsaydı da iki kadın arasında “gözlenen” farkı daha iyi dile getirebilseydim. Belki de dünyayı kasıyor olan savaşın tabiatını, son günlerde bir defa daha gündeme gelen anti-entelektüalizmin kaynaklarını teşhis etmeye yardımcı olabilirdi.
Neticede iki kadın da entelektüel faaliyetlerle iştigal eden entelektüel kadınlar. Ama Neri Oxman bize kendisini anlatmakla kifayet etmiyor, ders veriyor, yol gösteriyor. Akıntıya karşı kürek çekmekten korkmamayı filan telkin ediyor. Son derece sıradan, defalarca söylenmiş lafları derin fikirlermiş, yaşanmışlıkla edinilmiş hayat dersleriymiş gibi sunuyor. Başkasından —mesela bir sınıf arkadaşınızdan— işitseniz, size söyleyenin ağzının ortasına kürekle vuracağınız “hayat derslerini” o söylediğinde herkesin “vay be” diye dinleyeceğinden emin, fevkalade fütursuz konuşuyor. O söylediğinde hep “vay be” denmiş besbelli. Yaşanmışlık sadece bu tecrübede var. Diğer her şey hikâye. Çünkü tastamam onun yaptıklarını yapsak, onun yürüdüğü yolda yürüsek, onun vardığı yere varamayacağız. Her şeyden önce MIT’de sadece bir tek pozisyon var ve onu da kendisi doldurmuş. Ama mesele o da değil. MIT’de o pozisyon yokmuş, Rektör “Enstitüde sanata dair bir şeyler de olsa” diye hayal kuruyormuş, birisi “ben bu hayali gerçekleştiririm” demiş, Oxman’ı “bulmuş”. Başka biri, mesela bir Afrikalı-Amerikalı benzer bir CV ile gelse, benzer hayaller kurdursa, galip ihtimal onun önünde açılmayacak kapılar, Oxman’ın önünde açılmış.
Devam etmeden işaret edeyim, Oxman’ın yapıp ettikleri —anlaşıldığı kadarıyla çoğu akim kalmış teşebbüsler olsa da— bence son derece kıymetli ve saygıdeğer. “Nasıl olacak da ürün haline gelecek” diye burun kıvrılmayacak kadar saygıdeğer.
Ancak…
Görünen o ki, gerçekten de dâhice bir sezgiyle açtığı kapıdan girdiği yerde, kendisine sağlanan —neredeyse sınırsız— imkânlarla başardıkları son derece sınırlı. O imkânlar bana sağlansa, ben çok daha iyisini bu yaşımda bile yaparım gibi geldi bana. Yani yolu açmakta bir deha sergilenmiş ama o yolda yürürken sadece PR kalmış gibi görünüyor. Dert değil, yolu açmak da bir marifet.
Öte yanda, kendi “takıntılarının” peşinden cesaretle sürüklenirken hayatın oradan oraya attığı Carter, kostüm tasarımı gibi —demiştim, bana tırışkadan bir iş gibi görünen— bir işte fark yaratmış. Kadının yapıp ettiklerini izlerken, “vay be, ben bu işi nasıl azımsamışım” diye kendimden utandım. Kadın bize zamanla nasıl öğrendiğini, nasıl değiştiğini anlatıyor ve sahiden de müthiş bir gelişime şahit oluyoruz. Kendisini zaten kanıtlamış olduğu bir dönemde altına girdiği “yeni” bir işin hakkını veremeyeceğinden nasıl kaygılandığını dinliyoruz. Filan. “Ben şöyle yaptım” diyor hep, “ben olmak istiyorsanız şöyle yapmalısınız” filan gibi geyiklere hiç tevessül etmiyor.
Sözün özü…
Dünyada sanki sayısız Oxman’a yer varmış, “doğru” tercihler yapan herkes Oxman olabilirmiş, kendisi başkalarının akıl edemediklerini akıl edip doğru tercihleri yaptığı için Oxman olmuş, dolayısıyla başkalarından farklı statüsünü “kendisi” hak etmiş, bu hakkın bir türevi olarak da başkalarına akıl verme hakkını ele geçirmiş gibi davranan Oxmanlara karşı… Evet, bir anti-entelektüalizm var. Çünkü yalan söylüyorlar. Dünyada sınırlı sayıda Oxman’a yer var. O yerlere “doğru tercihler” sayesinde ulaşılmıyor, Yahudi olmak, güzel olmak, belirli bir network içinde olmak filan gibi sayısız faktör ve tesadüf çok daha tayin edici rol oynuyor. Ama işin böyle olmasına da katlanılabilir. Oxmanlar, Brad Pittler, milyar dolarlar hep aynı semtlerde, sadece birbirleri ile hayranlaşarak yaşayabilirler. Bize yeni ufuklar açtıkları sürece dert değil.
Ama…
Zaten hak ettiklerinden fazlasını almışlarken, bilgelik zannettikleri yavan/sığ ezberleri tekrarlayarak bir de bize doğru yolu göstermeye kalktıklarında, “siz olmamışsınız, zaten de olamazsınız çünkü benim bildiklerimi bilmiyorsunuz, göze aldıklarımı almıyorsunuz” filan demeye başladıklarında… Popüler olan ne varsa tıkıştırdıkları kelimelerle dünyayı tanzim etmeye kalktıklarında… Yetersiz kaldıklarında faturayı ödemeden sıvışabildiklerinde…
“Ama ne fenasınız, sizin anti-entelektüelliğiniz de baydı” filan.