İklim, Strateji, Taktik ve Berbat Şeyler

Bu gece Fenerbahçe, Final Fourda yarıfinal oynayacak. Umarım kazanır.

Önceki yıl Final Four’un yarıfinalinde kaybetmişti. Geçen yıl yarıfinali kazanmış, finali kaybetmişti. Büyük başarıydı.

“Eh, biz büyük başarılara alışık bir toplumuz, çok da yadırganacak şey değil” desem… Gülersiniz. “Türkiye’nin özgül ağırlığını dünyadaki ve Avrupa’daki diğer ülkelerinkiler ile mukayese edersek, arada bir Final Four finali çok da yadırganacak şey değil” desem… Mutabık kalabiliriz herhalde.

Ama…

Üç sezon üst üste Final Four’a kalmayı Türkiye’nin özgül ağırlığıyla filan açıklayamayız. Burada özel bir hal var. Türkiye’de pek alışık olmadığımız bir hal.

***

Önce panoramayı çizelim.

Bu yıl Euroleague ilk defa lig formatında oynandı. 16 takımın dördü Türk takımıydı. İspanyolların üç, Yunanistan ve Rusya’nın ikişer takımı vardı. Kalan beş takım Sırbistan, Litvanya, Almanya, İsrail ve İtalya takımlarıydı. 16 takımın on ikisi Akdeniz ülkelerinin takımıydı. Euroleague, bir nevi Akdeniz ligiydi denebilir yani. Basketbolun ağırlık merkezinin Avrupa’daki pozisyonu hakkındaki bu veriyi, basketboldaki diğer Avrupa kupaları da destekliyor.

Neden böyle? Bence sorulması ve kafa yorulması gereken bir soru. Ama şimdi mevzumuz bu değil.

Euroleague’deki Türk ağırlığı, ligin sponsoru THY’ye bir tür geri ödeme olarak değerlendirilebilir. Ama dört Türk takımının üçü son sekize kaldı. İspanyollar üçte iki, Ruslar ikide bir başarabildiler. Bu anlamda en başarılı olan, iki takımının ikisi de ilk sekize kalan ve biri Final Four gören Yunanlılar. Dolayısıyla Yunanistan’ın belki de ikiden daha çok takımla katılmayı hak ettiği söylenebilir ama Türkiye’nin dört takımla katılmasında bir kayırmacılık görülmüyor. Hak edilmiş bir başarı bu.

Bu panoramaya ihtiyaç hissettim, çünkü Fenerbahçe’nin başarısı —küçümsenemeyecek, son derece saygıdeğer başarısı— boşlukta vuku bulmuyor. Öyle, çorak arazide bir başına açmış bir çiçekten söz etmiyoruz. Fenerbahçe bir Akdeniz ülkesinin takımı ve basketbolda Avrupa’nın, özgül ağırlığı en yüksek ülkesinin takımı.

Yani?

Yani çıkıp “hadi bir araba yapalım, bir araba yapamayacaksak dükkânı kapatalım” filan diyor ya Çatladıkapı muhtarı olmayan zat, o işler öyle olmuyor. Araba dediği şeye otomobil demeyi öğrenecek önce. Ve sonra daha bir yığın şey olacak —bir kısmını kendisi yapacak. Yağmur yağacak, kar yağacak, güneş açacak, üstelik hepsi vaktinde olacak. Tam ağaçlar çiçeğe durmuşken don olmayacak, filan.

Bu kafa ve bu üslupla araba yapılmaz mı? Yapılır. O da araba olur. Milli seferberliklerle filan —millete dolar bozdurmakta olduğu gibi— birkaç hafta memlekette satılır bile. Ama işte o kadar.

***

Basketbol, her nasıl olduysa bir Akdeniz sporu olmuş. Bu süreçte Türkiye bir özgül ağırlık kazanmış. Yani “Fenerbahçe’nin başarısı Fenerbahçe’ye ait değil” diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Ama eğer basketbol bu coğrafyada yoğunlaşmasaydı, Türkiye’de anlamlı bir ivme kazanmasaydı, Fenerbahçe yaptığı işleri tastamam aynı şekilde yapsa da bu performansı gerçekleştiremezdi.

Hani Einstein’in lafı vardır, bilir bilmez tekrarlanır: Aynı şeyi yapıp başka sonuçlar beklemek ahmaklıktır mealinde… Aynı davranışlar, başka neticeler doğurabilir. Hatta aynı davranışla aynı neticeyi almak nadiren rastlanır bir şey. Ancak mekanik sistemlerde gerçekleşen bir hal. Oturduğunuz yerden konuştuklarınızı birkaç yüz metre öteden işitmelerini bekleyemezsiniz. Ama eğer daha önce siz veya başka biri, hemen ağzınızın dibinde bir telefon cihazını çalıştırmışsa… Aynı konuşma, bu defa, yüzlerce kilometre öteden işitilebilir.

“Aynı şey değil ki” demeyin. “Bu defa bir telefon cihazı çalıştırıldı” demeyin. Çünkü zaten her şeyin tastamam aynı şekilde tekrarlaması imkân dışı. Her şey, hep, bambaşka şartlarda vuku bulur. Dolayısıyla tersi daha doğru, yani aynı şeyi yapıp bir vakitler elde edilmiş performansı beklemek ahmaklıktır. Yeniçeriler Osmanlı’nın dünya hâkimiyetinde önemli bir hisse sahibi idiler. “Yeniçeri ocağını ihya edip, bir defa daha dünya hâkimi olalım” demenin manasızlığını herhalde açıklamaya ihtiyaç yok.

Fenerbahçe, Türkiye’de —kadınlar voleybolu saymazsak ki o da bambaşka bir vaka— başka branşlarda pek de alışık olmadığımız bir performansı tekrarlayıp duruyor. Bu başarının ardında Fenerbahçe’nin yapıp ettiklerinin şüphesiz büyük hissesi var ama, tekrar söylüyorum, eğer iklim müsait olmasaydı, aynı şeyleri yapmakla aynı performans elde edilemezdi.

İklim müsaitti.

E, o halde olup biteni iklim yaptı diyebilir miyiz? Yani Fenerbahçe yapıp ettiklerini yapmasaydı da zaten Final Four’da bir Türk takımı üç yıl üst üste yer alacaktı diye düşünülebilir mi? Elbette hayır.

Ama…

Şöyle olmadı: Birileri “basketbol bir Akdeniz havzası sporu, burada doğru işler yaparsak Final Four’a abone oluruz” diye tespitte bulunup, “doğru işler nedir” diye hesaplayıp, adım adım… Öyle olmadı. Ülker modaya uyup, gaza gelip, spora para akıtırken basketbola ciddi yatırım yaptı. Sonra hevesini kaybetmeye başladığında, basketbola yatırım yapmayı fuzuli bir masraf gören Fenerbahçe’ye yanaştı. O arada Fenerbahçe’nin futbolda işleri ters gitmeye başladı. Koskoca camia, başarıyı gördüğü alana başını çevirdi. Filan…

Türkiye’de birileri, basketbolu çok seven birileri, elbette, “gün gelip Final Four’da bir Türk takımı görebilir miyiz” filan diye hayaller kurmuştur. Hatta daha ileri gidip, bu tür bir hayal nasıl gerçekleşir diye planlar, projeler bile gerçekleştirmiştir. Hatta onların bazıları Basketbol Federasyonunda görev almış, en azından federasyona raporlar filan hazırlamıştır. Sorsanız, her biri bugün Fenerbahçe özelinde gerçekleşen performansta kendi hisselerini abartarak anlatırlar da… Hiç hisseleri olmadığını öne sürmüyorum. Ama bence mesele, yukarıda özetlediğim gibi, Ülker’in hayal kırıklığı, Fenerbahçe’nin başlangıçtaki ilgisizliği ve sonra gelen motor sektördeki başarısızlık gibi muhtelif negatif enerjilerden kaynaklandı. Eğer Ülker kendi markasıyla devam etmeye ısrar etseydi mesela, Ülker adıyla buraya gelmesi zordu. Eğer futbolda başı öne düşmeseydi Fenerbahçe’nin, basketbolda bunları yaşamak da kolay değildi.

Bir yığın nakıs, hiç kimsenin hayal etmediği, temenni etmediği, kaçındığı bir yığın şey, bir araya geldi ve bu coğrafyanın iklimine uygun bir ağaç büyüdü.

***

Fenerbahçe Ülker’den ayrıldığında, yani Ülker çekildiğinde, şöyle şeyler de olmadı —bahse girerim. Fenerbahçe’de birileri bir masanın etrafında bir araya gelip, “evet hanımlar, beyler, şimdi tarihi bir dönem başlıyor, Avrupa’nın basketboldaki devlerinden biri olacağız, ne yapacağımıza bakalım” filan da demedi. Muhtemelen birilerinin hayalleri, planları, projeleri vardı. Ama buradan bir strateji belgesi filan üretilmedi.

Fenerbahçe’nin bir stratejisi olmadığını söylemiyorum. Ama Metin Gürcan’ı okuyanların zihninde canlandığını zannettiğim tarzda şeyler olmadı (http://t24.com.tr/yazarlar/metin-gurcan/soylemler-stratejik-gercekler-taktik,17289). Aslında laf arasında, “strateji doğrudan siyasetle ilgili, taktik ise teknikle bağlantılı bir analiz düzeyidir” derken kastettiği gibi bir şeyler oldu. Fenerbahçe siyaset üretti. Her an durumdan vazife çıkardı. Basketbolda doğan fırsatları futbolda ortaya çıkan başarısızlıkların yol açtığı huzursuzlukları tamponlamak için değerlendirdi.

Elbette bu kadar da değil. Basketbola dair bir strateji de güttü. Bu geceki maçı Fenerbahçe umarım kazanır. Ama kazanıp kazanamayacağı, “basketbol bir Akdeniz havzası sporu” filan gibi değerlendirmelere tamamen kayıtsız. Obradovic ve ekibi, bilmem ne kadar zamandır, önlerindeki kırk dakikalık sürede ortaya çıkabilecek muhtemel senaryolara odaklanmış durumdadırlar. Bilmem ne kadar istatistiği bilmem kaç pencereden tekrar tekrar analiz etmişlerdir. Bu geceki maçın neticesini Obradovic ve sahaya süreceği basketbolcuların performansları —ve elbette rakiplerinin performansları— tayin edecek.

Ama…

Sahaya sürülebilecek beş, kenarda oturacak yedi ve onları sahaya sürecek olan ekip, bugün tayin edilmedi. Bu gece oynanacak maçta yer alma hakkını o ekip elde etti ve o ekip, bir defada, bir masa başında, “şöyle bir ekip kurarsak o da Final Four oynar” filan diye tasarlanmadı. Birileri geldi, başkaları gitti, o sırada yerli kuralları değişti, filanca takımda falanca hayal kırıklıkları oldu, şu oyuncu boşa çıktı… Filan.

Bu geceki maç bir taktik meselesi ise, o maçı mümkün kılan süreç bir strateji meselesiydi. Obradovic’in getirilmesi, başlı başına bir stratejik hamleydi. Mesele şu ki, strateji, bir tasarım mevzuu değil. Yani strateji belirlemek, Aydınlanmacı akıllara hemen geliveren gibi bir tasarım süreci değil. Gürcan’ın da işaret ettiği gibi esneklik gerektiren bir süreç.

(Aydınlanmacı akılların strateji denen süreci nasıl algıladığını nereden biliyorum? Her gün onlarca deliline rastlıyorum da, en vurucu misalini Eskişehir Büyükşehir Belediyesinin Stratejik Planını hazırlarken DPT’de yaşamıştım. Stratejik Plan dediğim deli gömleğini Türkiye’nin başına musallat eden DPT heyeti ile bir masa başında, karşı karşıya oturdum ve yaptığımız tartışma ibret vericiydi —o kadar manasızdı ki özetlemeye bile gücüm yetmez. Belediye gibi siyasi bir kurumun beşer yıllık gelecekteki faaliyetlerini ipotek altına almayı dayatan, manasız bir yaklaşımları vardı.)

Fenerbahçe’nin performansı, yukarıda da işaret ettiğim gibi, çoğu istenmeyen bir yığın şeyin gerçekleşmiş olması sayesinde mümkün olan, bir tuhaf hikâyedir. Ülker spora yatırım yapmaktan cayacak, sonra harcadığı parayı bile azaltmaya karar verecek, Fenerbahçe futbolda istediği performansı sergileyemeyecek ve saire… Hepsi istenmeyecek şeyler. Ama oldular ve ortaya üç yıl üst üste Final Four çıktı. İklim müsait olmasaydı çıkmayacaktı. İklim müsaitti, şu şöyle oldu, bu böyle oldu ve bu netice hâsıl oldu. Arada şüphesiz, yığınla akıllı, işi bilen insan yığınla doğru karar verdi ve fidan henüz fidanken keçilere kurban olmadı, filan.

Ama hiçbir safhada, hiçbir tek akıl, ortaya çıkan ağacın nasıl büyüyebileceği hususunda kapsayıcı bir plan, proje, tasarım yapmadı. Yapılan planlar, projeler ve tasarımlar var idiyse de, gerçeklik onlara uyarak yürümedi. Ve sezon başından bu yana Fenerbahçe bir yığın maça çıktı. İklimin ve stratejinin eseri olan kadro, rakipleri ile boy ölçüştü durdu. Her maçta o maçın özel hikâyesi oldu.

***

Bu mevzu daha saatlerce konuşulmayı hak ediyor ama fazla uzadı. Bitirmeden önce bir noktayı vurguluyayım: Eğer Final Four’un gediklisi olmak, öyle bir masa başında birkaç akıllı ve bilgili adamı bir araya getirip, şu kadar da parayı dökmekle mümkün olsaydı, Final Four denen organizasyonu yüzlerce takımla yapmak gerekirdi. Herkes o kadar aklı ve parayı bir araya getirebilir ve Final Four’un gediklisi olmak, Fenerbahçe’nin bu kasıtla harcadığı mesai ve parayı misliyle ödüyor. Bu alışverişe talip olmayan kimse yoktur. Hayat öyle, aklı ve parayı bir araya getirip, bir tasarı yapıp filan gerçekleştirilecek bir süreç değil.

Ve son olarak… Elbette Fenerbahçe’nin İstanbul’daki bu turnuvadan zaferle çıkmasını ümit ediyorum. Ama zaten yaptığı iş son derece saygıdeğer bir iş. Lakin derdim, her zaman olduğu gibi, basketbol, Fenerbahçe filan değil. Burada söylediklerimi siyasetten sanata, bilimden iktisada kadar her alanda, rahatlıkla tekrarlayabilirim. Diğer her alandaki kısırlığımız, başarının nasıl elde edilebileceği konusundaki manasız ezberlerden kaynaklanıyor.

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin