İnce’nin Alçı İle İmtihanı

Medya ile siyaset arasında asimetrik bir ilişki var. Baştan beri vardı ve zaten de olması gerekiyor —neticede medyayı siyaseti denetleme gücü olarak gördüğümüze göre…

Ancak medya teknolojisi, 1970’lerde Batıda, 1980’lerde ise Türkiye’de ve Türkiye gibi periferide yer alan ülkelerde çok ciddi bir atılım yaparken, siyasetin teknolojisi değişmedi. O dönemde yazıp çizdiğim yerlerde, teknolojik makasın açılmasının yeni sıkıntılara yol açacağı kehanetinde bulunmuştum. Bence kehanetim gerçekleşti ve siyasetin bütün dünyada hızla itibar kaybetmesinde medya önemli bir rol oynadı. Medya ve siyaset arasındaki asimetri de derinleşti.

1990’larda Türkiye’de, zaten son derece sağlıksız şartlarda yürütülen ve zonklayan siyaset, neredeyse tümüyle, sırtında yumurta küfesi olmayan medyanın taarruzu karşısında tuş oldu. O dönemde medyanın aşırı gitmesinden rahatsız ve huzursuz olan bir ben değildim, rahatsızlık yapısal bir kriz içinde bulunan Türkiye siyaseti ile sınırlı da değildi. Muhtemelen bu yüzden, Türkiye’de düzenlenen basınla ilgili bir uluslararası toplantıyla ilgili olarak ülkemizde bulunan bir yabancı gazeteci, bir röportajda, “basının özgür olması için kusursuz olması gerekmez” demek zorunda kalmıştı.

İtiraf edin, güzel bir formülasyon. Basının özgür olmasını kusursuz olma şartına bağlarsak, asla özgür bir basına sahip olamayacağız demektir.

Ama…

Bu aforizmayı her alana teşmil edebiliriz.

Daha önemlisi, böyle bir yaklaşım, basının daha sağlıklı olması taleplerini ertelemek, onları savuşturmak için bir bahane olamaz, olmamalı.

Öyle düşünüyordum. Daha iyi bir basına hakkımız vardı, ihtiyacımız vardı. Ve basının daha iyi olmasını basın dışı güçlerin, mesela siyasetin basını kontrol etmesiyle, basına müdahale etmesiyle sağlamaya kalkmak elbette mantıksız bir talep olurdu. O halde? Basının kendisini, kendi içinden kontrol etmesi gerekiyordu.

Yapmadı.

Hürriyet gazetesi, dönemin en büyük reklamvereni olan TURKCELL grubuna şantaj yapıyordu, Karamehmet bu şantajlara boyun eğmemek adına Hürriyet’e reklam vermedi. Kendi gazetesi bile bu kavgayı kamuoyuna taşıyamadı söz temsili…

***

Nagehan Alçı HaberTürk’te Muharrem İnce’ye bir takım sorular soruyor. Sosyal medya vakayı, sizin izlediğiniz gibi izliyor. Yani programı bir Cumhurbaşkanı adayını tanıma fırsatı olarak değil, birisinin nihayet haddini şaşırmış bir basın mensubuna haddini bildirmesine şahit olma fırsatı olarak değerlendiriyor.

Kadının bir sıkıntısı yok. Kimilerinin zannettiğinin aksine, kazara iktidar değişirse hesap vermek filan zorunda kalmayacak. Muhtemelen yeni iktidara sizden daha yakın olacak. Siz bilmeseniz de, o kendisi durumun farkında.

Mesele Alçı’nın “yanlı” olması değil, herkes bir taraf tutabilir ve hep, her gazeteci taraf tuttu. Mesele Alçı gibilerin hep kazananın tarafını tutması bile değil. Mesele, işte, tam da yukarıda dediğim gibi, basının artık bizim basın vasıtasıyla karşılayacağımızı varsaydığımız ihtiyaçlarımızı karşılayamıyor olması. Basın iktidar oyununun, siyasetin asli aktörü halini aldı. Hiçbir mesuliyet taşımadan, hesap verme riski olmadan, siyasi aktör olarak sahnede. Hatta sahnenin “esas oğlanı” basın.

Biz HaberTürk’te Alçı ile İnce’yi seyrederken, İnce’ye muhalif bir gazetecinin onu bizim adımıza sigaya çekmesini izlemiyoruz, AKP’nin siyasi argümanları ile ters düşürmeye çalışmasını izliyoruz. Alçı ve benzerleri, siyaseti denetleyen, “her siyasetçiye muhalif ama bazılarına daha muhalif” basın mensupları değiller, taraflardan birine propaganda malzemesi üretiyor, bir başka tarafı ise minderden atmaya çalışıyorlar. Bu mücadelede, bir siyasetçi söylediğinde mazur görülebilecek yalanları —yalan olduğunu bile bile— söylemekten imtina etmiyorlar mesela…

Türkiye’nin Muharrem İnce’nin Nagehan Alçı ile imtihanını, izlediği gibi izlemesi, yani sanki bir gladyatör savaşı izler ruh durumuyla izlemesi, aslını ararsanız son derece tuhaf. Lakin artık yadırgamayacak hale geldik, bu da son derece acıklı.

Ama…

Memlekette basının bu halinin “yeni bir hal” olduğunu zannedersek, işin içinden çıkmayı —zaten müşkül olan bir problemi— daha da zorlaştırırız. Evet, diğer her şey gibi basın da daha önce benzeri görülmemiş ölçüde çürüdü, kokuştu. Günümüzün basını ile 90’ların basını arasındaki fark bir “derece farkı” olarak görülebilecek sınırı çoktan aştı, bir “mahiyet farkı” ile karşı karşıyayız. Ama unutmamak gerekiyor ki, bu halin bütün alametleri 80’lerde, 90’larda aşikâr idi.

Ortada “yapısal” bir problem var. Bir boyutu basının sahipliğini bir türlü düzenleyememiş olmamızdan kaynaklanan bir problem.

Ama mesele bununla sınırlı değil. Seçim öncesindeyiz ve sizin radarınıza girmeyen yerlerde, taşrada, “mahalli basın” diye adlandırılan ucube, neredeyse tamamen siyasi şantaj ve tetikçilik enstrümanı olarak kullanılıyor mesela. O mahalli gazetelere ve televizyonlara sahip olup onların masraflarını karşılamayı sürdürmenin bir tek sebebi var, onlara sahip olana sağladığı şantaj gücü…

Kendi hesabıma, basının nasıl regüle edilebileceği hususunda ayakları yere basan tekliflerim yok. Ama siyaseti basının karşısında güçlendirmeden şu düştüğümüz halden çıkılabileceğine ihtimal vermiyorum. Öyle bakınca da, siyasetçilerin medya sahiplerini “kendilerine yakın olanlar” ve “kendilerine karşı olanlar” diye tasnif edip, bir tarafı vergi memurlarıyla terbiye etmeye kalkarken, öteki tarafı kamu ilanları ile beslemeleri gibi manasızlıklar çıkıyor sahneye…

Politik•a•politik sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin